Pembe ineğin en sevdiği oyunlar!

Oyunları

27 Eylül 2012 Perşembe

Kurt Adam Efsaneleri

Bir insanın bir hayvan, özellikle de kurt biçimine girebilmeye yetenekli olması, kurt adam söylencesinin çıkış kaynağı hakkında yeterli bir açıklama değildir. Çok eskiden beri çeşitli kaynaklarda ve toplumlarda kurt adam öykülerine rastlanmaktadır. Farklı coğrafyalarda yaşayan insan topluluklarında sadece kurt adamlık değil çeşitli insan hayvan karışımı yaratıklarada rastlanmaktadır. İskandinavların ayı adamları, Kızılderililerin bizon adamları, Afrikalıların sırtlan adamları, Türklerin itbarakları, ve İstanbul’un kedi kadınları bunlara örnektir.

Tarihte Kurtadamlık

Eski Yunanlılar ve Karadeniz’in kuzey kıyılarına yerleşmiş İskitler, bölge yerlileri Neurianları sihirbaz olarak kabul ediyorlardı. Bu olağan üstü büyücülerin her yıl birkaç gün için kurda dönüştükIerine inanıyorlardı.
 Tarihin babası olarak nitelendirilen M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış olan eski Yunanlı Herodot ise dilediklerinde kurda, dilediklerinde insana kolayca dönüşebilen bir insan türünden söz etmektedir..
Bir görüşe göre yüzyıllar önce, insanlığın erken tarihlerinde kurt adam doğal olmayan bir istekle insan etine açlık duyan bir canlı türü olarak kabul edilirdi.Bu insan, çeşitli büyülerin yardımıyla dilediğinde yırtıcı bir kurda dönüşmenin bir yolunu bulmuştu.
Eskilerin söylediğine göre, kurda dönüşen kişi insan sesini ve insan gözlerini muhafaza eder. Ancak vahşi dört ayaklı kurdun kuvvet ve kurnazlığını taşırdı. Kurtadamın kim olduğunu ses ve gözlerinden tanımak mümkündü.
Biçim değiştirerek kurda dönüşmek olayından, Roma edebiyatında bir büyü işi olarak söz edilir. M.S. 1. yüzyılda eser vermiş Vergilius, bu söylenceden söz eden ilk Latin ozanıdır. Bunu Propertius, Servius, ve Petronius izlemiştir. Petronius, M.S. 54-68 yılları arasında Neron dönemi Roma’sının saray eğlence müdürüydü. Satyricos adlı kitabında hiciv, macera ve fantezi dolu bir kurt adam öyküsü de vardır.
Eski Yunan ve Roma geleneğinde bir insanın kurda dönüşmesi, bir ceza olarak simgeleniyor. Böyle bir olayı M.S. 64-113 yıllarında yaşamış olan Plinius şöyle anlatıyordu: “Tanrılara insan kurban etme törenlerinden birinde kurban gölün kıyısından alınır. Ancak kurban kaçarak karşı kıyıya yüzdü. Karaya çıktığında kurda dönüşmüştü. Bundan sonraki 9 yıl boyunca yanında bir grup insanla kırlarda dolaştı. Eğer bu süre içinde insan etine yaklaşmazsa yeniden insan olacaktı. Nitekim kurtuldu ama hayatının 9 yılını kurt olarak yaşadı. “Günahı yüzünden ceza olarak kurt adama dönüşen birinin öyküsünü de M.Ö. 43-M.S. 18 tarihleri arasında yaşamış Ovidius anlatır. Metamorphoses(Değişimler) adlı uzun şiirinde, yaradılıştan Sezar’a dek olan dönemdeki mucizevi değişimlerden söz eder. Romalı ozan Ovidius, Arkadya’nın mitsel, kralıLyeaon’un öyküsünü anlatır: “Tanrılar tanrısı Olimposlu Jupiter Lycaon’u denemek için kılık değiştirip onun sarayına yemeğe gider. Lycaon da onun Tanrı olup olmadığım anlamak için insan etinden yemek ikram eder. Jupiter bunu anlayınca ceza olarak Lycaon’u kurda çevirir. O da bu kimlikle sonsuza dek kalır ve çevreye korku salar.” M.Ö. 4. yüzyıl civarında Eflatun ve M.S. 2. yüzyıldaPausanias da hemen hemen aynı türden değişim öyküleri anlatarak aynı noktada buluşuyorlardı.
15. ve 16. yüzyıllarda kurt adama dönüşme inancı, tüm Avrupa ’da büyücülük ve cadılıkla aynı kefeye konuyordu. Özellikle Fransa ve Almanya’da kurt adam olduğundan şüphe edilen biri, acımadan yakılır ya da asılırdı.
Nitekim kurt adam avı dinsel duygular adına yapılırdı. Büyücü ve “kurt adam mahkemeleri” bugün bile anlatılmaktadır. Sözgelimi 100 yıldan daha fazla bir süre, 1520-1630 yıllarında Fransa’nın yaklaşık 30.000 kurt adam olayıyla sarsıldığı bilinmektedir.

Kurt Adamlığa Dair Çeşitli Örnekler

1573′te Fransa ‘da Dijon yakınlarındaki Dôle’ de, GilIes Garnier adında bir “kurt adam” köye zarar vermek ve küçük çocukları “yemekle” suçlanmıştı. Suçunu itiraf edince de kazığa geçirilerek yakılmıştı..
1598′de yine Fransa’da Caude yakınlarındaki ıssız ve vahşi bir yörede birkaç Fransız köylüsü, 15 yaşındaki bir erkek çocuğunun cesedini buldu. Çocuk.korkunç bir şekilde parçalanmıştı ve her yerinden kanlar fışkırıyordu. Bir çift kurt da cesedi yiyordu. Uzaktan köylüler görününce kaçıp ağaçlıkların arasında kayboldular. Köylüler “kurtları” izlediler ve bir çalılığın içinde sinmiş, yarı çıplak bir adam buldular. Uzun saçlıydı. Bakımsız, uzun bir sakalı, sanki pençe görünümünde uzun ve kirli tırnakları vardı. Aralarında pıhtılaşmış kanlar ve insan eti parçaları görülüyordu. Adam, Jacques Rollet adında bir ruh hastasıydı. Köylüler gelip de kaçmadan önce cesedi parçalıyordu. Aslında ortada kurt filan yoktu. Adamlar o andaki heyecanlı halleriyle bu ruh hastası adamı bir kurt adam olarak algılamış olabilirler. Fakat bunu anlayabilmek olanaksızdı. Ama şurası kesindi ki, Rollet kendini bir kurt gibi hissediyordu. Bu kuruntunun etkisi altındayken birçok insanı parçalayıp yemişti. Sonuçta ölüme mahkûm edildi. Fakat Paris Mahkemesi kararı bozdu. Onu bir akıl hastanesine gönderdi. Burası idam edilmeyen kurt adamların kapatıldığı bir yerdi!

20. yüzyıl

Kurtadamlara ilişkin olaylar eskisi kadar yoğun olmamakla birlikte zaman zaman bu tür olaylardan söz edilmektedir. Örneğin I. Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre önce üç kurt adamın ele geçirildiği öne sürülmektedir.
1925′te ise Fransa’nın Strazburg kenti yakınlarındaki bir köyün halkı, köyden bir çocuğun kurt adam olduğuna ilişkin tanıklık ettiler. 5 yıl sonra Bourg-Ia-Reine’de de bir kurt adam korku saldı. Pierre van Peasen, 1939′da yayımladığı, Bizim çağımızın Günleri adlı kitabında bu olaya değiniyordu.
1946′de Kuzey Amerika’nın en eski Kızılderili kabilelerinden biri olan Navajo’lara “dört ayaklı bir katil” musallat oldu. Bu garip yaratık hep dolunay zamanı ortaya çıkıyordu.
1949′da Roma’da bir polis ekibi, garip davranışlı bir adamı izlemekle görevlendirildi. Adam, kurt adam psikozu içindeydi. Düzenli olarak her dolunay döneminde kontrolünü kaybediyor ve ürkünç bir şekilde uluyordu.
1957′de Singapur’da polisler, benzeri bir olayı izlemek için görevlendirildiler. Çünkü, bir yatılı kız okuluna sürekli olarak bir kurt adamın saldırdığı iddia ediliyordu. Kızlardan biri bir gece, baş ucunda duran birisinin varlığıni hissederek gözlerini açtı. Karşısında saçları burnuna kadar düşen, uzun ve sivri dişli, korkunç görünüşlü bir adam duruyordu. Fakat olayın ardındaki gizem çözülemedi.
1975′te İngiliz gazeteleri, Staffordshire’ın Ecc1eshall köyünde yaşayan 17 yaşındaki bir gencin olağanüstü haberleriyle dolup taşıyordu. Delikanlı, kurt adama dönüştüğü inancı içindeydi. Bu zihinsel acılarına kalbine sapladığı bir bıçakla son verdi. Delikanlının yakınlarından biri şöyle diyordu: Ölmeden çok kısa bir süre önce bana telefon etti. Yüzünün ve ellerinin renk değiştirdiğini ve giderek kurt adama dönüştüğünü söyledi. Az sonra sesi giderek homurtuya dönüştü.”

İstanbul’un Kedi Kadınları, Kurt Adamları

İstanbul’un kedi kadınlarından söz eden Amerikalı romancı ve senaryo yazarı Guy Endore’dir. Endore, Kedi kadınlardan bahsettiği ilk baskısını 1934 yılında yaptığıParis’in Kurt Adamı adlı kitabında kurgusal bir öyküyü anlatmaktadır. 1870 yılının komün ayaklanmasında geçen öykü kurt adamlar konusunu ayrıntılı bir araştırma ile desteklemektedir.
İstanbul’un kedi kadınları hakkında şunları söylemektedir Endore: “Bir saç tokası kullanarak pirinç tanelerini yerler ve bilirler ki yaratıkların kurdukları sofrada karınlarını iyice dolduracaklardır”
Amerikalı yazar Endore bir korku romanı yazıyor ve elindeki folklor malzemesini buna göre yorumluyor, kurguluyor ve abartıyor.Yazar büyük bir olasılıkla Kedi kadınlar diye folklorumuzda ve masallarımızda geniş bir yer tutan her kılığa giren cadılardan ve cadı kadınlardan bahsetmektedir kendi savına uygun olarak.

Sonuç

Halihazırdaki bilimsel bilgiler, kurt adam olayında olduğu gibi bir insan formunun bu kadar kısa zamanda bir başka biçime dönüşmesinin kesinlikle olanaksız olduğunu ortaya koyuyor. Dolayısıyla kurt adam efsaneleri tümüyle cehalet ve kuruntu üzerine kurulmuş olabilir. Fakat yine de yüzlerce yıldır bildirilen bu tür olayların gözardı edilemeyeceği belirtiliyor.

Hayalet Gemi Mary Celeste Efsanesi

4 Aralık 1872′ de Kaptan David Dead Morehouse komutasındaki Dei Gratai adlı İngiliz gemisi New York ile Cebelitarık boğazı arasında seyrederken, tuhaf ve başıboş bir şekilde hareket eden bir gemi gördüler. Gemiye yanaştılar, seslendiler kimse cevap vermedi, Kaptan adamlarına sandalları indirip, ne olduğuna bakmalarını emretti, adamlar gemiye çıktılar, görünüşe göre gemide kimse yoktu..kamaradaki altı pencere tahtalarla kapatılmıştı, elbiseler kuruydu ve jiletler paslanmamıştı, belli ki gemi su almamıştı, bir dikiş makinası yağı kutusu dikey olarak duruyordu, bu da gösteriyor ki, gemi dalgalarla sarsılmamıştı yeterli yiyecek ve su vardı, bir kamaradaki masada, ‘sevgili eşim Fanny….” diye başlayan bir mektup kağıdı duruyordu…
Saat bozulmuş, pusula kırılmıştı, cankurtaran sandalları yoktu, sekstant ve kronometre kayıptı, yerde bir kadın elbisesi ve bir çocuk oyuncağı vardı, sanki herkes çok aceleyle gemiyi terketmiş gibiydi, ayrıca esrarengiz kan lekeleri vardı, en tuhafı da Kaptan’ın yatağının altına kanlı bir kılıç gizlenmişti, seyir defteri hariç tüm belgeler, konşimento kayıptı, enson 24 Kasım’da tutulan gemi seyir defterinde, enlem, boylamlarla, Kaptan’ın Benjamin Briggs olduğu ve gemide eşi ve bebekleri ile ayrıca yedi kişilik bir mürettebatın olduğu yazıyordu, peki geminin terk edilişinden bulunuşuna kadar geçen on gün içerisinde ne olmuştu?
Bu ilginç olayla ilgili hepsi birbirinden ilginç teoriler ortaya atıldı: Korsanlar, Bermuda Şeytan Üçgeni, isyan, UFO’lar vs. ve bu konuda romanlar yazıldı, filmler çekildi. Ama gemi Bermuda Şeytan Üçgeni’nin bölgesinde seyretmemişti, korsanlar da gemiyi kargosuyla bırakıp kaçacak kadar aptal olamazlardı, isyan içinse sebep yoktu, çok ilginç bir başka teori gemideki gizli bir yolcuyla ilgili. Olay gerçekten çok esrarengiz…

MARY CELESTE GEMİSİNİN KAYBOLMASIYLA İLGİLİ TEORİLER
-Dei Gratia gemisinin mürettebatı, (salvaj) kurtarma parası almak için Mary Celeste’deki herkesi öldürdüler. (Eğer öyleyse bu umduklarından çok daha az kar getirecek bir riskti)
-Gemi su almaya başladı ama önemini anlayamadılar ve panik içinde gemiyi terkettiler (öyle olsa yetkin ve yetenekli biri olan Kaptan, kalp krizinden ölmesi gerekirdi)
-Korsanlar gemiyi bastı ve herkesi öldürdüler ( O sıralarda o bölgede korsan gemisi olduğunu gösteren hiçbir kanıt yoktu)
-Gemideki herkes salgın hastalıktan öldü (o zaman cesetlere ne oldu?)
-Gemiye dev bir kalamar saldırdı!
-Bir şekilde Kaptan’ın eşi öldü ve Kaptan üzüntüsünden kendini denize attı, mürettebat sarhoş oldu, kanlı bıçaklı kavgalardan sonra gemiyi gruplar halinde terk ettiler, ölenleri denize attılar, diğerleri karaya çıkmak için cankurtaran sandallarına bindiler.
-Geminin kargosunda bulunan alkol infilak etti ( ama ne yangın, ne de patlama izi vardı)
-Bir denizaltı Kaptan’ı ve mürettebatı gemiden alıp, okyanusun dibine, oradan da bir UFO ile uzaya götürdü yani uzaylılar kaçırdılar!..
-Kaptan, arkadaşıyla yüzme yarışı yaparken, mürettebat onları kollamak için bir platform yapmıştı, köpek balıkları saldırıp, yüzücüleri yedi ve platform mürettebatla birlikte suya düştü.
-Mürettebattan birisi psikopattı ve herkesi öldürdükten sonra intihar etti. (bu durumda cesetler ne oldu?)
-Ruh çağıran kişilere göreyse, Kaptan kayıp kıta Atlantis’i gördü ve hepsi adaya çıktılar, hayran hayran ovalara ve mermer evlere bakarlarken, ada tekrar suya battı, hepsi boğuldu.
-BBC, Mary Celeste sitesindeki bir teori ise şöyle: Gemideki ekmekler buğday yerine çavdardan yapılmıştı, çavdar nemlenince körlük ve deliliğe yol açan bir tür mantara yol açar, böylece mürettebat küflü ekmekleri yedikten sonra delirdi ve sandallara binip gemiyi terkettiler.
Mary Celeste’in yolcuları asla bulunamadı.
MARY CELESTE gemisiyle ilgili wikipedia’daki bilgiler ve geminin akıbeti:
Mary Celeste, 31 metre boyunda,282 ton ağırlığında bir gemiydi, 1861 yılında, Spencer Adaları’ nda inşa edildiğinde geminin ismi Amazon’du. Geminin uğursuz olduğu düşünülüyordu, daha ilk seferinde kaptan ölmüştü ve Manş denizinide bir başka gemiyle çarpışmıştı. Ama daha sonra karlı ve sorunsuz seferler yaptı, 1867 yılında fırtınaya yakalanıp, karaya sürüklendi. Kurtarıldı ve 1869′da Amerikalılar satın aldı, ismini de Mary Celeste olarak değiştirdiler. (BBC, Mary Celeste Wreck forum sitesinden son öğrendiğimiz bir habere göre, bu isim ünlü gökbilimci Galileo’nun kızı Maria Celeste’den esinlenerek konulmuş)5 Kasım 1972 yılında Kaptan Benjamin Briggs’in yönetiminde, kargosunda endüstriyel alkol olduğu halde New York’tan, İtalya’ya doğru yola çıktı. Kaptan’ın eşi ve 2 yaşındaki çocuğu dahil, toplam 10 kişi vardı. Sonra, yukarıda da anlatıldığı üzere Dei Gratia gemisi Mary Celeste’e rastladı, iki saat boyunca gemiyi gözlediler, sürüklendiğini düşündüler. Sonunda sandalla gemiye çıktılar ve gemide kimsenin olmadığını anladılar. Kaptanı’ın seyir defteri hariç tüm belgeler de kayıptı, 1.701 varil alkol kargoda duruyordu, 6 aylık yiyecek, içecek de mevcuttu. Seyir defterine son kayıt 24 Kasım günü düşülmüştü. (Azor adalarının 160 km. batısındayken) Yolcular bugüne dek bulunamadı, ne olduğu hala bir muamma. 1873 yılında, İspanya’ya iki cankurtaran sandalının vardığı, birinde bir bayrak ve ceset, diğerinde de 5 ceset bulunduğu rapor edilince, bu cesetlerin Mary Celeste gemisinin yolcularına ait olduğu düşünüldü fakat cesetlerin hiçbiri kesin olarak teşhis edilemedi.
Mary Celeste, 12 yıl boyunca seferlere devam etti, 1885 yılında, çok aşırı bir şekilde yüklenip sefere çıktı, geminin kaptanı, sigortadan para almak için gemiyi kasten batırmaya teşebbüs etti. Ama başarılı olamadı, gemi batmadı ve sigorta şirketi sahtekarlığı ortaya çıkardı. Ağustos 2001 yılında, yazar Clive Cussler’ın ve film yapımcısı John Davis’in başkanlığındaki bir araştırma ekibi, Haiti açıklarında, geminin enkazını bulduğunu bildirdi. Arkeolog, James P. Delgado, keresteler dahil çeşitli parçaları analiz ederek, geminin Mary Celeste olduğunu tespit etti. Buna rağmen başka araştırmacılar emin olmadıklarını söylediler. Arizona Üniversitesi’nin geminin kimliğiyle ilgili analiz araştırmaları esnasında,kullanılan ağaçların geminin batışından enaz 10 yıl sonra bile canlı olduğu ortaya çıktı.
Bir teoriye göre, Kaptan Briggs, daha önce hiç böyle tehlikeli bir yük (alkol) taşımamıştı ve tedirgindi. Dokuz varilde sızıntı vardı, tarihç Conrad Bayers’e göre kaptan Briggs, ambara indi, alkol buharı ve kokusunu alınca, geminin infilak edeceğini sanarak, herkesin sandallara binmesi emrini verdi ama telaştan sandalları gemiye iyice bağlayamadı ve gemiden uzaklaştılar. Böylece ya battılar ya da açlık ve susuzluktan öldüler.
2005 yılında bu teorinin gelişmiş bir şeklini Alman tarihçi Eigel Weise ortaya attı ve teorisini denemek üzere bir Londra’da University College’de şöyle bir deney yapıldı: Alkol buharının alev alıp almayacağını denemek için, geminin ambarının benzeri küçük bir makedi inşa edildi. Yakıt olarak bütan ve varillerin yerine kağıt küpler kullanıldı. Ambar kapatıldı ve buhar tutuştu. Patlamanın şiddetiyle kapılar açıldı ve tabut büyüklüğündeki maket sarsıldı. Kağıt küplere ise bir zarar gelmedi. Belki ambardaki bu yangın mürettabatı sandallara indirtecek kadar korkutmuş olabilirdi. Geminin arkasındaki kopuk halat, mürettebatın gemiye bağlı olduğu teorisini doğruluyor. Gemi tam yol hızla giderken terkedilmişti ve az sonra da bir fırtına çıkmıştı. Bu durumda sandalları gemiye bağlayan halat kopmuş ve sandallar da fırtınaya dayanamamış olabilirdi.
Bazılarına göre ise mürettebat ambara inip alkolü içmek isteyince, kaptanı öldürdüler ve sandalı çalıp kaçtılar. Başka birçok saçma teoriler de anlatıldı ama ne olduğunu hala kimse kesin olarak bilmiyor.

Ali ile Kezban Efsanesi – Uşak


Bir zamanlar Uşak’da yaşayan zengin bir Bey ve bu beyin Kezban adında bir kızı vardır. Çobanlık yapan Ali dağ eteklerinde sürü güderken bir gün Kezbanı görür. Çoban Ali ondan sonra Kezbana vurulur. Kezban’da Ali’yi çok sever. Ali yıllarca sevdasını saklar durur. Artık dayanamaz hale gelir. Var git ana Kezbanı babasından iste der annesi oğlunun kıramaz varır beyin evine muradını söyler. Bey kızar ve alinin anasına ;
- Yüksek dağların başı dumanlı olur baş döndürür. Başını yükseklerde gezdireceğine dağın eteklerinde sürüsünü gütsün dengini bulsun der.
Bu durum Ali’yide Kezban’ıda derinden yaralanmıştır. Sonunda kaçmaya karar verirler gece yarısı bir derenin başında buluşurlar. Bu adara beyin adamları pusu kurmuşlardır. Orada ikisinide vururla

Babil Kulesi Efsanesi


Yahudi ve Hristiyan kaynaklarında, Tanah ve Eski Ahit hemen hemen aynı olduğu için her iki dinde Babil bahsi aynıdır. Babil kulesinden Tevrat’ın Yaratılış (Tekvin) kısmında bahsedilir ve bütün dünyanın sözü bir, dili birdi.  şarktan göçtükleri zaman sinear diyarında bir ova buldular, orada oturdular. birbirlerine ‘gelin kerpiç yapalım, onları iyice pişirelim. onların taş yerine kerpiçleri, harç yerine ziftleri vardı. yeryüzünde dağılmayalım diye kendimize bir şehir, başı göğe erişecek bir kule yapalım’ dediler. ve ademoğullarının yapmakta olduğu şehri ve kuleyi görmek için rab* indi. onlar bir kavm, hepsinin tek dili var. gelin inelim birbirlerinin dilini anlamasınlar diye onların dilini karıştıralım. rab onları oradan dağıttı ve şehri bina etmeyi bıraktılar. bundan dolayı onun adına babil dendi (Tevrat, Yaratılış(Tekvin); 11:1-9)
Efsaneye göre tanrı kendisine ulaşmaya çalışan insanların kendini beğenmişliğine kızar ve o zamana kadar aynı dili konuşmakta olan insanların dillerini karıştırarak birbirlerini anlamalarını engeller. Kulenin yıkılışı Tevrat’ta anlatılmaz ancak Jubilees veya Leptogenesis olarak bilinen Yahudi belgelerinde anlatılır.
Dini bir bakış açısıyla bu öykü sıklıkla insanın kusurluluğunu, tanrının kusursuzluğu ile kıyaslamak ve dünyadaki yüzlerce dilin kökenini açıklamak amacıyla kullanılır.
 slami kaynaklarda ismi verilmemekle beraber Kur’an’da Babil Kulesi’ne benzer bir kuleden bahsedilir. Hikaye Tevrat’taki ile benzer olmasına rağmen Babil’de değil, Musa’nın yaşadığı dönemde Mısır’da geçer. Firavun Haman’a, kendisine kilden bir kule inşa etmesini, çıkıp Musa’nın tanrısına bakacağını söyler.
Kur’an’da Babil şehrinden Bakara Suresi, 102. ayette bahsedilir. Harut ve Marut isimli iki melek, insanları imtihan etmek için Allah tarafından babil’e gönderilirler. Burada insanlara sihir öğretirler. Melekler sihrin küfür olduğunu söyledikleri halde insanlar sihir öğrenmekte ısrar ederler ve karı-kocayı ayırmaya yarayan sihirler öğrenirler.
Babilden Yakut el-Hamavi’nin yazmalarında ve Lisan el-Arab’da bahsedilir. Öyküye göre tüm insanlar rüzgarın önüne katılarak bir yerde toplanırlar. Buraya sonradan Babil denir. Babil’de insanlara Allah tarafından değişik lisanlar tahsis edilir ve yeniden rüzgarla geldikleri yerlere dağıtılırlar.
9. yy İslam tarihçilerinden el-Tabari’nin “Peygamberler ve Krallar Tarihi” adlı eserinde daha detaylı bilgi verilir. Öyküye göre Nimrod Babil’de bir kule inşa ettirir. Allah bu kuleyi yıkar ve o zamana kadar aynı dili konuşan insanların dilini 72′ye ayırır. 13. yy. İslam tarihçilerinden Ebu el-Fida da aynı öyküden bahseder ve İbrahim’in atası Hud’un kendi dilini (İbranice) muhafaza etmesine izin verildiğini ekler. Zira Hud kulenin inşasına katılmamıştır.
Yüksekliği
Babil Kulesi’nin temelleri 90 metre genişlikteydi. Kule, 90 metre yüksekliğinde ve 7 katlı idi. Birinci katı 33, ikinci katı 18, üçüncü, dördüncü, beşinci ve altıncı katları 6, en üst katı ise 15 metre yüksekliğindeydi. 85 milyon tuğladan ve pişmiş tuğla harcından yapılan kulenin çevresinde rahip sarayları, ambarlar, konuk odaları, Tanrı Marduk adına yapılmış bir diğer tapınak olan Esagila’ya giden aslanlı geçit ve dini tören yolu vardı. Esagila 20 metre yüksekliğinde, 450 metre eninde ve 550 metre boyundaydı.
Bugün, Tevrat ve İncil’de de bahsedilen Babil Kulesi’nden geriye hiçbirşey kalmamıştır.

Ayasofya; Melek Ve Çırak Efsanesi

Ayasofya’ya gelindiğinde, sahanlığa güney kapısından girilir. Orada Aziz Mikail’e adanmış küçük bir kilise vardır. Aziz Mikail, şantiye bekçisi olan genç adama bu kilisede görünmüştür.
Aziz Mikail aniden belirmiş ve genç adama şu soruyu sormuştur; “Bu kilisenin inşaat ustaların neredeler ve adları ne?”
Genç adam şaşkınlık biraz da korku içinde Mikail’e cevap vermiş; “Ustalar akşam yemeği için saraya gittiler ve kilisenin adı yok”
“Git, ustalarına haber ver. Ayasofya’ya adanan bu kiliseyi bir an önce bitirsinler.
“Saygıdeğer efendim, görüntünüz beni korkuttu, ışığınız beni körletti. Sizin adınız nedir saygıdeğer efendim?”
“Benim adım Mikail”
“Saygıdeğer Mikail efendim, ben ustalarım dönene kadar buradan ayrılamam.”
Bunu işitince Aziz Mikail genç adama sordu.
“Senin adın ne?”
“Benim adım Mikail”

“ Mikail, imparatora git ve ona, ustalarına Ayasofya’ya adanan bu kiliseyi bir an önce bitirmelerini emretmesini söyle; Ayasofya’nın şantiyesini senin yerine ben bekleyeceğim ve ben de kutsal Tanrı İsa’nın gücü bulunduğu için sen gelmeden buradan ayrılmayacağım”
Çırak Mikail imparatorun yanına gitti ve Aziz Mikail’in ona görünüp kendisine söylemesini istediklerini iletti. İmparator gencin dediklerini duyduktan sonra bir süre düşündü ve onu Roma’ya gönderdi. Bazı kaynaklarda onu Roma’ya gönderirken yanına büyük bir kese altın verdiği, bazılarında ise eğer bir daha Konstantiniye’ye uğrarsa idam edileceğini söylediği belirtilir. En gelişkin metinde, genç çırak, Roma’ya gönderilerek,  Roma’nın Konstantiniye’nin anası olarak gösterilir. Bizans kaynaklı öykülerde İmparator, Çırak’ı Ege Adalarına gönderir. Piri Reis’in Kitab-ı Bahriyye’sinde ise  Ayasofya binasını yapan mimar İgnatu’nun oğlunun, Sığırcıklar Adasına sürgün edildiği ve orada öldüğü yazılıdır.
Böylece Çırak bir daha Ayasofya’ya dönmeyecek ve Aziz Mikail’de sonsuza dek Ayasofya ve Konstantiniye’nin koruyucusu olarak kalacaktı”

Kara Diken (Siyabent) Efsanesi – Ağrı

 
Denir ki, Süphan Dağının eteğine kurulmuş Patnos kentinde bir zamanlar bir koca ağa, ağanın güzelliği dillere destan Haco (Hacer) adında  bir kızı varmış. Hacer’in güzelliği dillerde… Her delikanlının gönlü Hacer’de; O nun gönlü ise çobanları Sirbent’tedir.
Sirbent ile Hacer’in sevgisi yıllarca gizli kalır. Sevgi bu, günün birinde anlaşılır. Aşk söylentileri dilden kulağa çabuk ulaşır nedense. Derken koca ağa’nın da kulağına varır. Ağa kovar Sirbent’i.
Sirbent’e dağda mağaralar ev olur. Hacer’e çoban arkadaşları ile yollar haberleri. Patnos yöresinde bir de kara Ağa varmış. Ağaların üç evlenme yaşı vardır derler. 20,40 ve 60. Kara ağa ikinci evlenme yaşında (40 imiş).
Hacer’in güzelliğini duyan Kara Ağa dururmu? Varmış Koca Ağa’nın konağına. Diz çökmüş kızını istemiş ağanın.
Babası vermiş Hacer’i Kara Ağa’ya. Haber kıza, ondan da Sirbent’e ulaşmış. Sirbent deliye dönmüş. Almış tüfeğini eline, çıkagelmiş eski ağasının kapısına. Köpekler tanırmış bu eski çobanı. Sessiz-sedasız girmiş Hacer’in odasına. El ele verir, Sirbent ile Hacer. Gecenin karanlığında ulaşırlar Süphan dağına.
İki aşık Süphan’ın sarp kayalıklarında mutlu günlerini yaşarken, bir gün, üç geyik(*) sekerek gelip yakınlarında durur. Geyiklerden ikisi erkek, birisi dişidir. Erkek geyiklerden biri yaşlı, öteki genç görünümünde. Yaşlı geyik daha iri ve güçlü olduğu için, genç geyiği yaklaştırmazmış dişi geyiğe. Sirbent yaşlı geyiği öldürmeye aht eder.
-Vuracağım onu. O da “Kara Ağa olmuş sanki….Sirbent çeker tetiği, vurur yaşlı geyiği. Kesmeye uğraşırken, geyik çırpınır, bir boynuz darbesiyle sirbent’i kayalıklardan aşağı, uçuruma yuvarlar. Sirbent sırt üstü düşer. Bir ağaç dalı sırtını delip göğsünden çıkar. Sevgilisinin kanlar içinde cansız yatışına dayanamaz Hacer, kendini atıverir. Bir ağaç dalı da bunun göğsünden batıp sırtından çıkar. Ölümde birleşirler.
Kara ağa iz süre süre bulur mağarayı. Uçurum kenarına gelir. Bir haftalık sözlüsü ile onu kaçıran aşığının yanyana yatışlarını uzun uzun seyreder. Nişan alır Sirbent’i ateş edeceği sırada gözleri kararır, yuvarlanır, uçurumun kayalarına çarpa çarpa Hacer ile Sirbent’in arasına düşer.
Koca ağa’nın adamları, süphan dağının vadisinde üç mezar kazarlar. Sirbent ile Hacer’in arasına Kara Ağa’yı gömerler…
O günden beri, her yılın baharında Hacer’in mezarında kırmızı gül, Sirbent’in mezarında ise beyaz gül açar. Güller eğilip biribirlerine kavuşacakları sırada Kara Ağa’nın mezarında bir kara diken yükselir ayırır gülleri.
Mayıs ayı gelince görülmeyen bir kuş öter “Sirbent uçurumunda. İnsan sesine yakın bir ötüş şöyle der gibi .
“Siz siz olun, değmeyin
İki taş arasına girin,
İki gönül arasına girmeyin.”

Seneye Boşanalım

Yedi çocuklu karı koca boşanmaya karar verirler. Ancak çocukları bir türlü paylaşamazlar. Malum yedi ikiye bölünmüyor.
Adam:
"En iyisi biz seneye boşanalım, o arada bir çocuk daha yapar durumu eşitleriz," der.
Kadın dokuz ay sonra ikiz doğurur.

Allah Versin

Oldukça sıcak bir gün danda kiremit aktaran Hoca'yı aşağıdan biri:
"Hoca aşağıya gelir misin?" diye telaşla çağırmış.
Hoca da bir şey var diye kan ter içinde aşağı inmiş.
"Ne oldu?"
"Allah rızası için bir sadaka..."
Kan ter içindeki Hoca kendisini sadaka istemek için aşağı indiren adama oldukça sinirlenmiş ama bunu belli etmeden:
"Yukarı gel bakalım," diyerek adamı çatıya çıkarmış.
Sonra da:
"Allah versin!" demiş.

Yine Tatsız

Delinin biri hastanedeki havuza eğilip su içtikten sonra, hemen içtiği suyu yere tükürmüş.
Onu gören başka bir deli:
"Ne oldu? Suyu neden tükürdün?" diye sormuş.
"Havuza iki şeker daha attım, yine de tatsız."
"Be akıllı, karıştırmasan tabi tatsız olur."

Öksürüğün Nasıl

Adamın biri çok kuvvetli öksürüyormuş, doktora gitmiş derdini anlatmış. Doktor da adama yanlışlıkla öksürük ilacı yerine müsil ilacı vermiş de demiş ki:
"Bir hafta boyunca yemeklerden sonra iç ve yanıma gel."
Adam bir hafta sonra gelince doktor:
"Öksürüğün nasıl oldu?" diye sormuş.
Adam da:
"Cesaret edip de öksüremiyorum ki!" demiş.

Cesur Asker

Kimin askeri daha cesur yarışması varmış.
Karacının komutanı:
"Oğlum şu tankın altına atla!" demiş.
Asker atlamış ve ölmüş.
Havacının komutanı:
"Oğlum şu uçaktan betona paraşütsüz atla!" demiş.
Asker uçaktan atlamış ölmüş.
Denizcinin komutanı:
"Oğlum şu geminin altına atla!" demiş.
"Naah atlarım," demiş.
Denizcinin komutanı:
"Gördünüz mü benim askerim daha cesur," demiş.

Kurusun Diye Astım

Tom ile July akıl hastanesinde iki hastadır. Bir gün yüzme havuzunun etrafında dolaşırken Tom aniden suya atlayıp en dibe batar. Bunu gören July hemen ardından atlar ve dibe kadar yüzüp Tom'u kurtarır. Tabii July'nin bu kahramanca davranışı hastanede olay olur. Bunu duyan başhekim de July'nin artık iyileştiğini düşünüp, hastaneden derhal taburcu edilmesi emrini verir. İşlemler yapılır, belgeler çıkartılır.
Başhekim aynı gün July'i yanına çağırarak:
"July, sana bir iyi bir de kötü haberim var. İyi haberim, yaptığın kahramanca davranıştan ötürü anladık ki akli dengen yerinde ve böylece hastanemizden taburcu olabilirsin. Kötü habere gelince, kurtardığın hasta Tom, intihar etmiş. Az önce odasının banyosunda asılı bulundu."
July gayet sakin bir şekilde:
"O intihar falan etmedi ki. Onu kurusun diye ben astım."

PEMBE PETUNYA

 Apple iPhone 4s, iPhone 3, iPod Touch, iPad, Yeni iPad; Sony Ericsson Xperia ve Samsung Galaxy S II (2) cep telefonları ve tablet bilgisayarlar için özel mobil duvar kağıdı: Pembe Petunya çiçeği resmi.

Büyük Çınar Ağacı ve Pembe Petunya aynı ormanda yaşıyordu. Büyük Çınar Ağacı çok kibirliydi kendini ormanın en büyük ağacı olarak görür kimseleri düşünmezdi. Kendinden başka kimseyi sevmezdi. Pembe Petunya çınarın yanında yaşıyordu. Ama Çınar Ağacı onu hiç görmüyor ve duymuyordu. Bu Petunya’ yı çok üzüyordu. Gökyüzü kapkara bulutlarla kapanmıştı. O gün yağmur yağmaya başlamıştı… Pembe Petunya yapraklarını yağmura doğru uzattı.Üzerindeki büyük Çınar Ağacı yapraklarının ıslanmasını engelliyordu. Oysa Pembe Petunya su istiyordu. O da bütün bitkiler gibi suyla besleniyordu. Yaşlı Çınar Ağacı o kadar büyüktü ki kökleri toprağın altına öyle çok yayılmıştı ki bütün suyu kökleri ile topraktan alıyor ve Pembe Petunya hiç su bırakmıyordu. Pembe Petunya: - Yaşlı Çınar Ağacı! Yaşlı ve büyük ağaç! Ne olur bana da birazcık su ver. Topraktan köklerimle alamıyorum hepsini sen içmiş oluyorsun. Yaprakların o kadar büyük ki yağmurun üzerime yağmasını engelliyorsun. Gövden o kadar kalın ve güçlü ki güneşin yapraklarıma dokunmasına izin vermiyorsun. dedi. Pembe Petunya o kadar çok üzülmüştü ki … Başını önüne doğru yavaşça eğdi. Pembe Petunya : - Eğer topraktan su alamazsam beslenemem. Güneşi göremezsem güçlenemem. Ne olur bana yardım et Çınar Ağacı yoksa yok olup gideceğim. Burada solacağım. Bir daha nefes alamayacağım. dedi. Çınar Ağacı Petunya ’yı duymuştu. Büyük Çınar: - Ben o kadar büyüğüm ki kıpırdayamam buradan. Sen git kendine başka bir yer bul. dedi. Ama Pembe Petunya kımıldayamıyordu ki . kökleri toprağa sıkı sıkı tutunmuştu. Çınar bunu anlayamıyordu. Petunya : -Yapamıyorum Çınar Ağacı ne olur bana yardım et! Çınar Ağacı bakmadı bile Pembe Petunya’ya . Petunya günden güne güzelliğini kaybetti.Herkesin hayranlıkla baktığı pembe yaprakları bir bir soldu. Bir gün dayanamadı ve boynunu büktü. Bir daha nefes almadı. Bütün orman buna üzülmüştü.Petunya’ nın dökülmüş yapraklarına baktılar. Herkes çınar ağacına çok kızdı. Çınar Ağacı hatasını anlamıştı. Fakat artık çok geçti. Zavallı Petunya’cık solmuştu. Çınar buna çok üzüldü. O böyle olmasını istememişti. Petunya ‘ ya kötü davrandığına çok pişman olmuştu. Çınar Ağacı : - Keşke bu kadar kibirli olmasaydım. Pembe Petunya’ ya kötü davranmasaydım. dedi. Yaptığı hatayı anlamıştı. Bütün ormana bir daha böyle yapmayacağına söz verdi.

KÜÇÜK BEYAZ BULUT


 
Küçük beyaz bulut dağların üzerinde gülümsedi. Armut ağacının gölgesinde yatmakta olan Hasan, gözlerini küçük beyaz buluttan ayırmadan kardeşi Esma’ya seslendi:
- "Esma bak, buluta bak buluta."
Esma, buluta baktığında; onun, küçük, tekerlekli bir bisiklete benzediğini şaşarak izledi.
- "Benim de öyle bir bisikletim olacak." dedi Hasan.
- "Benim de uzun saçlı, kocaman bir bebeğim olur mu?" diye düşündü Esma. Küçük beyaz bulut, o anda upuzun saçlı kocaman bir bebek oluverdi. Esma’nın minicik beyninde büyüdükçe büyüdü, kalbi hızlı hızlı çarpmaya başladı. Alır mıydı babası?
- "Yağmur yağar, iyi ürün alırsak alacağım demişti..." Ama alır mıydı?
Elindeki çapayı cılız pamuk saplarının dibinde birkaç defa gezdiren Cemal doğruldu, belini tutarak. Yüzünü armut ağacına çevirdiğinde; çocuklarının gökyüzünü izlediklerini gözledi. Küçük beyaz bir buluttu gözledikleri. Bu mevsimde bir pamuk yumağı gibi gökyüzünde belirir, sonra yitip giderlerdi. Ne gölge verirler, ne de yağmur olup bereket sunarlardı. Yarı eğildi, çapayı yavaşça kaldırıp, ümitsizce indirdi susuzluktan çatlamış kuru toprağa. Birkaç güne kalmaz bu pamuklar kuruyup giderlerdi...
Hacer, kovanın ipini saldıkça saldı kuyuya. Yetmedi ip, eğilip uzandı kuyunun taşına, kolunu uzatabildiği kadar uzattı. Güç bela doldurabildi kovayı. Nereye gitmişti bu sular? Akarsular kurumuş, kuyularda su bitmişti...
Hasan, tekrar bulutu göstererek:
- "Esma bak, dedi. Şimdi de kamyon oldu.".
Hafiften gülümsedi çocuklara küçük beyaz bulut, sonra kendisini belli belirsiz esen rüzgara bıraktı. Dede oldu, koyun oldu, uçurtma, tren, umut oldu, umutsuzluk oldu. Kendisine katılmak isteyen su tanecilerinden özenle uzaklaştı. Büyük kara bulutlara hiç yaklaşmadı.
Kaç zaman geçmişti hatırlayamadı, tekrar rastladığında başı öne eğilmiş, gözleri dolmuştu Hasan’ın. Cemal, tarlanın bir köşesinde acı acı çekiyordu sigarasını. İçinde Hasan’a vurduğu tokadın burukluğu...
Küçük beyaz bulut bisiklet oldu, uzun saçlı kocaman bir bebek oldu, kamyon oldu ama ne Hasan’ın, ne de Esma’nın öne eğilmiş başlarını yukarıya kaldıramadı.
İki damla yaş süzüldü Esma’nın gözlerinden, içinde uzun saçlı kocaman bir bebek olan, iki damla yaş ıslattı toprağı.
Küçük beyaz bulut, birden bire karardı, ağladıkça ağladı... Bereket oldu

KÜÇÜK PATATESİN MACERALARI

 
Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde, kepçe kulaklı kedi kovalamış aslanı, aslan havlamış önce kedi ise kükremiş, pek korkmuş aslan hemen saklanıvermiş. Koca bir ejderha da saklanmış ayakkabıya, saklanır mı saklanır, ayakkabı küçüktür demeyin ha! Belki de bu ejderha başkadır. Uzaklarda değil çok yakın bir ülkede, bir patates yaşarmış ailesiyle birlikte. Bizim patates diğer bütün patatesler gibi toprağın altında yaşarmış. Toprağın altında oyun oynarmış arkadaşlarıyla, patateslerin kralı her gün onları yanına çağırır, dünya yüzüne çıktıklarında nelerle karşılaşacaklarını anlatırmış. Bizim patates ve arkadaşları nasıl heyecanlanırmış bir bilseniz, hayallere dalıp herşeyi unuturlarmış. Günlerden bir gün küçük patates hoplaya zıplaya toprağın altından çıkmış, çıkar çıkmaz da güneşin upuzun kollarıyla karşılaşmış,yüzüne vuran o sıcaklık ilk önce korkutmuş onu ama sonra gözlerini kocaman açmış : - Aaaa ne güzel bir şey bu , sayın kral patatesin anlattığı şey bu olmalı. Neydi adı neydi ? Evet güneş. Dünyamızı aydınlatan, ısınmamızı sağlayan ve bizden çok uzakta olan güneş. Aslında hiç de o kadar uzakta değilmiş, sıcacık sanki toprak gibi toprağın içide böyle sıcacık... Bizim küçük patates güneşin bütün sıcaklığını hissetmiş ve tam o sırada biraz ileride sağa sola koşup duran . iki çocuk görmüş. Çocuklar öyle güzel koşuyorlarmış ki, patates bir süre onlara hayran hayran bakmış. -Ayak dedikleri şey bu olsa gerek. Her yere gidebilmelerini sağlıyor ayakları vay canına.. Patates, heyecan içinde öylece bakakalmış. Uzun bir müddet çocukların koşuşturmalarını izleyen küçük patates,onların yaklaştığını görünce yuvarlanarak bir taşın arkasına . saklanmış. O ayaklarıyla vurup durdukları yuvarlak şeyin ne olduğunu bilemediği için biraz da telaşlanmış. Sayın kral patetesin anlattığı hiç bir şeye benzemiyormuş bu acaba büyük bir patatesle mi oynuyorlar diye tedirgin olmuş ama bu şey patatese de benzemiyormuş ki, zıplayıp duruyormuş. Yuvarlakmış, üstünde resimler varmış ve çocukları çok eğlendirdiği de bir gerçekmiş. Küçük patates yavaşça geldiği toprak birikintisinin içine dalmış. Sayın patates kralına ve arkadaşlarına gördüklerini anlatmış. Anlattıklarını dikkatle dinleyen kral çocukların peşinde koştukları şeyin `top` olduğunu ve bütün çocukların topla oynamaktan çok hoşlandıklarını anlatmış . Patates çocukların hiç oyuncakları olmazmış. O gün oyuncağın ne olduğunuda öğrenmişler. Küçük patates toprağın altındaki sıcacık yuvasında, mutlu mutlu uyumuş o gece. Çocukların sofralarına yemek olarak gideceği günleri hayal etmiş durmuş: ` Keşke benim de bir topum olsa` diye sayıklayarak uyumuş.

KÜÇÜK ISPANAK


Yeşil yeşil ıspanak yemeli. Oh be afiyet olsun demeli. Nerelere nerelere gitmeli.. Ispanak ıspanak, gel seni yiyelim yavaş yavaş. Küçük ıspanak bu ninni gibi şarkıyı dinlerken uyumuş kalmış çocuklar,sabah uyandığında toplantının bittiğini görmüş. ``Ama benim söyleyecek çok şeyim vardı. Çocukların ıspanakları çok sevmesi gerekli,biz onlara güç veririz, sonra biz ıspanaklar çocukları çok severiz.`` Diye kendi kendine söylenmeye başlamış ama ne yazık ki, onu hiç bir ıspanak dinleyememiş. Bir sene sonraki ıspanaklar toplantısının beklemesi gerekiyor ve o şimdiden çalışmaya başlamış bile , bir dahaki toplantı da uyuyakalmayacağını söylüyor. Siz ne dersiniz ?

KURABİYE ÇOCUK


Bir zamanlar yemyeşil bir köy vardı. Bu köyde yaşlı bir karı koca yaşardı. Bir gün yaşlı kadın kocasına sürpriz yapmak istedi. Doğru mutfağa girip güzel bir kurabiye hazırladı. Bu kurabiye oldukça büyük ve çocuk şeklindeydi. Üzümden gözleri, pembe şekerden şapkası vardı. Yaşlı kadın kurabiyeyi tepsiye koydu, . sonra da fırında pişirdi. Yaşlı adam mis gibi kurabiye kokusunu duyunca doğru mutfağa koştu. O sırada kadın fırının kapağını açtı. Bir de ne görsünler? Kurabiye çocuk canlanıp ayağa kalkmaz mı? Yaşlı adamla yaşlı kadın durmadan `Dur` diye bağırıyorlardı. Ama kurabiye çocuk koşuyor, çimenlerin üstünde zıplıyordu. Bir yandan da şarkı söylüyordu. - Ben kurabiye çocuğum. Koşar, oynar, zıplarım. Lay, lay, lay. Yaşlı karı koca bağıra dursunlar, kurabiye çocuk hiç durmadan saatlerce koştu. Akşam oldu. Yaşlı kadın ile yaşlı adam olanlara bir türlü akıl erdiremezken kapı iki kere çaldı. Kurabiye çocuk geri dönmüştü. İkisi de buna çok sevindiler. Kurabiye çocuğu yememeye karar verip `Sen bizim torunumuz ol` dediler. Hep beraber mutluluk içinde yaşadılar.

KRALIN ELBİSESİ

KRALIN ELBİSESİ

 

Eski zamanlarda bir Kral vardı. Bu Kral çok renkli elbiseleri vardı. Yeni elbiseler için çok paralar harcıyordu. Kralın en çok sevdiği şey ise bu parlak, güzel elbiseleri giyerek gezmekti. Bir gün bu Kralın memleketine iki yabancı adam geldi. Bunlar dokumacı idiler. Akla hayale bile gelmeyecek kadar kumaşlar dokuduklarını söylüyorlardı hep. Hemen dokudukları bazı kumaşları gösterdiler. Renklere ve desenlere diyecek yoktu. Bu kumaşların bambaşka bir özelliği de: Onları yalnızca zeki, dürüst insanlar görebiliyordu. Aptalların ve değersiz adamların gözlerine bu kumaşlar görünmüyordu. Kral bu söylentileri duydu ve kendi kendine şöyle demiş: “Ah! Bu kumaşlardan bana ne güzel elbise olur! Bu ustaları hemen çağırayım. Yalnız benim emrimde çalışsınlar ve yalnız bana kumaş dokusunlar.” Adamlarını hemen göndererek kumaşçıları saraya çağırtmış. Ellerine bol bol para vererek işe başlatmış. Sahtekar üç kağıtçı ustalar hemen iki tane tezgah kurmuşlar. Çalışmaya da başlamışlar. Fakat tezgahları üzerinde hiçbir şey yokmuş. Buna rağmen ince iplikler ve parlak altın teller istemişler. Bunlar kendilerine getirilince ceplerine koymuşlar ve boş tezgahlar üzerinde gece yarılarına kadar çalışmışlar. Kral acaba iş ilerledi mi?” diye düşünüyor ve biraz da üzüntü duyuyormuş. Çünkü kumaşı aptallar ve değersizler göremeyeceklerdi. Bundan dolayı ilk önce kendisi gidip bakmaya cesaret edemedi. Nihayet önce baş yardımcısını göndermeye karar verdi ve içinden şöyle dedi: “O zeki ve değerli bir adamdır. Onun kadar hiç kimse işten anlamaz. Kumaşın da güzel olup olmadığını o herkesten iyi takdir edecektir.” Kralın emri üzerine baş yardımcı kumaşlara bakmaya gitti. Fakat bomboş tezgahları görünce birden gözlerini yırtacak gibi açtı, dikkatle bakmış: “Allah korusun, meydanda hiçbir şey göremiyorum.” Fakat bu sözü yüksek sesle söylememiş, içinden söylemiş. Bu sırada iki usta biraz daha yaklaşmasını rica etmişler. Boş tezgahları elleriyle göstererek: “Kumaş görülmemiş derecede güzel, değil mi?” diye sormuşlar. Fakat ihtiyar baş yardımcı ne kadar gözlerini açarsa açsın, hiçbir şey göremiyormuş. Bunun üzerine şöyle düşünmüş: “Aman Allah’ım! Ben gerçekten de aptalmışım demek. Bulunduğum mevkiye layık değilim, değersizim. Bu feci bir şey! 0 halde bunları kimse göremez!” sonra her şeyi görüyormuş gibi yaptı. Ustalardan biri hemen dokuma hareketlerine devam ederek sormuş: “Hiçbir şey söylemiyorsunuz, neden acaba?” İhtiyar baş yardımcı gözlüğünü iyice yerleştirerek baktı: “Ah! Çok nefis, çok mükemmel” dedi, “gerçekten bu desen çok zarif, enfes!... Hemen gidip bunu Krala bildireyim.” Dokumacılar: “Beğendiğinize çok memnun olduk” diyerek, renklerin adlarını söylemişler ve desenleri anlatmışlar. Baş yardımcı dikkatle bakıyormuş. Dolandırıcılar, baş yardımcıdan para ve ipek istemişler. Gönderilen paralarla hiçbir şey almamışlar, olduğu gibi ceplerine doldurmuşlar. Tezgahların üzerinde bir tek iplik bile yokmuş. Bir müddet sonra Kral başka bir büyük memurun da yollayarak, kumaşın nasıl olduğunu, bitip bitmediğini öğrenmek istemiş. Bu sefer de aynen birinci seferki gibi olmuş. Adam bakmış bakmış hiçbir şey görememiş. Çünkü, tüm tezgahlar bomboşmuş. Dolandırıcılar yine: “Çok güzel bir kumaş değil mi?” diye sorarak hiç de görünürde olmayan o parlak desenlerin güzelliğini anlatmışlar. Kral’ın yüksek adamları: “Ben budala değilim” demiş, “bu durumda da bulunduğum yüksek mevkiye layık olmadığım da meydana çıkacak. Doğrusu bunu söyleyemem.” Böyle düşünerek, görmediği bu kumaşı beğenmiş gibi yaparak, parlak renklerini ve güzel desenini övmüş. Krala gittiği zaman şu bilgiyi vermiş: “Efendimiz, gerçekten de çok güzel” çok geçmeden, olmayan bu parlak ve güzel kumaştan bütün şehirde konuşulmaya başlandı. Sonunda Kral da yanına birçok saray adamlarını alarak, bu parlak kumaşı görmeye gitmiş. Bunların arasında baş yardımcı da varmış. Dokumacılar, meydanda iplik ve kumaş adına bir şey olmadan tüm gayretleriyle hiç durmadan çalışıyorlarmış. Daha önceden gelen Kral’ın adamları başkalarının gördüğünü zannederek, boş tezgahları işaret ediyorlar ve Kral’a şöyle diyorlardı: “Efendimiz, şu desene, şu renklere bakın. Kumaş cidden nefis değil mi?” Kral şaşkın şaşkın bakıyormuş. İçinden de şöyle diyormuş: “Doğrusunu söylemek gerekirse, hiçbir şey görmüyorum. Şimdi ben aptal mıyım, yahut değersiz, yani krallığa layık değil miyim? Bu feci bir şey!” bu düşünce üzerine kendini toplamış ve samimiyetle: “Gerçekten güzel! Bana çok yakışacak!” Sonra memnun olmuş gibi başını sallamış ve boş tezgahlara bakmış. Bu sırada yanında bulunan yardımcıları ve diğer adamlarının hepsi birden tezgaha bakarak konuşmuşlar: uNe kadar parlak!” Yakında büyük bir geçit töreni olacakmış. Kral’a bu kumaştan yapılacak elbiselerini törende giymesini önermişler. Gururlanan Kral, bu dolandırıcılara, u5arayın Dokumacıları” unvanını vermiş. Gel zaman git zaman tören günü yaklaşmış. Dolandırıcılar artık bütün gece çalışıyorlarmış. Nasıl gayretle iş çıkardıklarını herkes görsün diye on altı mum birden yakmışlar. Artık kumaşı tezgahtan çıkarmış gibi yapmışlar. Bunlar, kendilerinde terzilik yeteneği de olduğunu söylemişler. Krala dokudukları bu kumaştan yapılacak olan elbiseyi de kendileri dikeceklermiş. Havada boşa hareket eden kocaman makaslarla kumaşı kesmişler. İpliksiz iğnelerle dikmişler ve sonunda: Artık elbiseler tamam!” demişler. 0 zaman Kral, hemen sarayın büyükleriyle birlikte oraya gelmiş. Dolandırıcılar kolları üze rinde bir şey varmış gibi yaparak: İşte Kralım, elbiseleriniz tamam. Yardımcılar aslında hiçbir şey görmedikleri halde: “Evet” demişler. Gerçekten de ortada hiçbir şey yokmuş. Dolandırıcılar saygı ile rica etmişler: “Şimdi, saygıdeğer Kralımız lütfen tüm elbiselerini çıkarsınlar, kendilerine şu büyük ayna ö nünde yeni elbiselerini giydirelim.” Kral üzerindeki tüm elbiseleri çıkarmış. Adamlar, sanki her parçayı ona ayrı ayrı giydiriyorlarmış gibi yapmışlar. Kral hazretleri de, ayna karşısında durarak dönüp her yanına bakarken orada bulunanlar şöyle diyorlarmış: “Harika! Ne desen! Ne güzel renkler! Gerçekten mükemmel bir elbise!” Artık tören başlamak üzereymiş. Kralın adamları: “Her şey hazır artık, dışarıda sizi bekliyorlar. Geçişte tam başınızın üzeri ne tutulacak büyük şemsiye de getirildi.” Demişler. Kral cevap vermiş: “Hazırım, yeni elbiseler bana çok yakıştı, değil mi?” Kral yürüdüğü zaman arkasında sürünen uzun eteğini Tutmakla görevli olan adamlar yerden bir şey kaldırıyor gibi ilerlemeye başlamışlar. Kral, sokakta dört kişinin tuttuğu geniş şemsiyesi altında haşmetle yürüyormuş. Kendisini gören herkes hayran olarak haykırıyormuş: Yeni elbiseler ne kadar güzel! Hiç böyle elbise görülmemiştir. Uzun etekleri de ne kadar hoş!” Hiç kimse bir şey görmediğini belli etmiyormuş. Çünkü hiç kimse kendisine aptal, değersiz denmesini istemiyormuş. Ansınız bir çocuk bağırmış: “A!....A!... Kral elbiselerini hiç giymemiş!” Bu basım ve asil ses etrafa yayılmış ve ağızdan ağıza dolaşmış. Sonunda bütün halk bağırmaya başlamış: “Evet, evet! Kral, elbiselerini giymemiş!” Kral şaşkına dönmüş. Kendisine halkın hakkı var gibi geliyormuş. Fakat artık geri dönülebilir miymiş? Hiçbir zaman! “Devam edecek! Geçit devam edecek!” diye bizzat bağırmış ve yoluna devam etmiş. Arkasındakiler hiç bozmadan eteklerini tutuyormuş gibi ağır ağır ilerlemişler.

26 Eylül 2012 Çarşamba

Sabunun İcadı


yağ içeren maddelerin ayrıştırılıp yokeldilmesine yardımcı olan sabun kir ve lekelerin giderilmesi amacıyla kullanılır. Bu işlem, sodyum hidroksit denilen alkali bir maddenin, hayvansal (eskiden keçi içyağı) veya bitkisel bir yağlı madde üzerindeki etkisinden elde edilir.
  Atalarımız hiç sabun kullanmazlardı: onun yerine kül, kil veya bitki özleri kullanırlardı. İlkçağ'da artık iyice  bilinen sabun, ancak 1850'den itibaren sanayide büyük ölçüde üretilmeğe başladı ve gerçek anlamıyla kullanılabilir oldu.
  Piyasada kalıp dediğimiz küçük parçalar halinde sunulan tuvalet sabunlarından başka, ev işlerinde kullanılmak üzere beyaz veya yeşil sabun; geniş yüzeyleri temizlemek üzere Arap sabunu; nazik çamaşırların yıkanmasında kullanılan toz deterjanlar ve onlara oranla daha yumuşak toz sabun da vardır. Son yenilik: yoğunluğu suyun yoğunluğundan az olan yüzer sabundur. Dolayısıyla, bu sabunu, banyoya düştüğü zaman yitirmek tehlikesi yoktur.

RÜKÜŞ ŞEFTALİ

Güzel bir günün sonunda bizim süslü şeftali yine aynanın karşısındaymış. `` Yok bu olmaz, öbür elbisemi giyeyim yok şu olmaz en iyi öbürünü seçeyim`` diye söyleniyor bu arada süslenip duruyormuş. Onun bu süslü hali gerçekten de çok komikmiş, çünkü süsleneyim derken rüküş oluyormuş. Rengarenk giyiniyor, kurdelaları saçlarına bağlıyor, sonra onun üstüne mavi boncuklar takıyormuş. Onun bu halini gören annesi :`` Evladım, ne yapıyorsun öyle, dikkat etsene komik olmuşsun bak. Tabiki her canlı kendi üstüne başına özen gösternmeli ama senin ki biraz fazla olmamış mı sence ?`Rüküş, annesinin sözlerini dinlememiş, o haliyle doğru okula gitmiş. Okulda onun bu halini gören arkadaşlarından biri : ` Kafana takacak başka bir şey kalmadı mı acaba şeftali arkadaşım, kafanda bir tek ben eksiğim `` demiş. Diğer çocuklar da buna gülüşmüşler. Okuldan ağlayarak gelen rüküşü annesi teselli etmeye çalışmış ama Rüküş o kadar çok ağlıyormuş ki, annesinin söylediklerini duymuyormuş bile. Rüküş şeftali ise saçına başına bakıp `Anneciğim, benim halimde ne var ki, bak ne güzelim işte`` diyormuş. Galiba o rüküş olmayı alışkanlık haline getirmiş. Annesi : ``Haydi yavrum haydi güzel kızım, sana aldığım yeni kurdelayı tak, elbiseni de giy, 30 tane toka takınca saçlarının güzelliği görünmüyor` demiş.Rüküş şeftali , kafasındaki tokaları saymış, sahidende 30`dan fazla toka varmış o bile buna inanamamış. Aynadaki haline bir daha bakmış. ``Ama anne sahiden dediğin gibi galiba`` diyerek gülmeye başlamış. Anne kız bir süre karşılıklı gülüşmüşler...Bizim Rüküş şeftali, o günden sonra abartısız, sade ve temiz giyinmeye dikkat etmiş.

Kırmızı Benekli Kelebek


Kirmizi Benekli KelebekSıcak bir yaz günüydü. Oya kırlara çiçek toplamaya çıkmıştı.
Yorulunca bir ağaca yaslandı. Derken uyuyakaldı. Rüya görmeye başladı.
Rüyasında çok güzel rengarenk bir kelebek gördü. Kelebeğin kanatlarında yıldızlar parlıyordu. Kırmızı benekleri vardı. Durmadan dans ediyor ve şarkı söylüyordu.
Oya kelebeğin dansını hayranlıkla seyretti ve şarkılarını dinledi.
Uyandığında kırmızı benekli kelebek gitmişti.
Oya doğru eve gitti.
- Anne, kırmızı benekli kelebek nerde? diye sordu.
Annesi:
- Ne kelebeği? dedi.
Oya :
- Kırmızı benekli güzel kelebek , dedi. O dans edip bana şarkılar söyledi.
Oya’nın annesi güldü:
- Herhalde sen rüya gördün. Kırmızı benekli kelebek yalnız rüya kelebeğidir.
Oya onun kanatlarında parlayan yıldızları hatırladı ve :
- O kelebek gerçek olmalı, dedi. Onu bulmaya gideceğim.
Oya önce arkadaşlarına sordu.
- Kırmızı benekli kelebeği gördünüz mü?
Arkadaşları :
- Hayır, dediler. Öyle bir kelebek olamaz.
Fakat Oya kırmızı benekli kelebeği aramaya devam etti. Gide gide kartalın yuvasına vardı. Kartal tek başına duruyordu.
Oya bütün gün güzel kelebeği aradı durdu. Fakat ona bir türlü rastlamadı. Sonunda eve döndü. Çok yorulmuştu. Hemen uyudu. Rüyasında kırmızı benekli kelebeği yeniden gördü. Kelebek yine durmadan dans ediyor, şarkı söylüyordu.
Oya kelebeğe sordu:
- Hep seni aradım. Neredeydin? dedi.
Kelebek cevap vermedi. Dans etmeye devam etti..
Sabahleyin Oya olanları babasına anlattı:
- Bu kelebeğin gerçek olduğuna inanıyorum, dedi.
Babası ona:
- Bir rüya görmüş olacaksın. Çünkü kırmızı benekli kelebek olmaz, dedi.
Oya diretti:
- Yine de arayıp bulacağım.
Oya bütün gün yine kırmızı benekli kelebeği aradı. Ama bulamadı. Eve döndüğünde gece olmuştu. Gökyüzünde yıldızlar parlıyordu. Oya güzel kelebeğin kanatlarındaki yıldızları düşündü.
- Uyursam yine güzel kelebeği görebilirim, dedi.
Fakat o gece rüyasında güzel kelebeği görmedi. Dere kenarını ve yüzen ördekleri gördü.
Ertesi gün Oya dere kenarına yürüdü. Yüzen yeşil ördeklere baktı. Birden ördeklerin başında dans eden kırmızı benekli kelebeği gördü. Kelebek şarkı söylüyordu. Oya sevinçle bağırdı:
- Senin gerçek bir kelebek olduğunu biliyordum! Benimle dost ol; birlikte oynayalım, dedi.
Kelebek Oya’nın avucuna kondu. Oya onu eve götürüp annesine, sonra arkadaşlarına gösterdi.
Bir gün arkadaşı Afacan kelebeği avucuna aldı. Ona şarkı söyletti. Sonra birlikte dans ettiler.
Oya Afacan’a çok kızdı:
- Seninle oynamasına izin veremem. Çünkü o benim kelebeğim, dedi.
Afacan :
- Ne olur biraz benimle kalsın! diye rica etti.
Fakat Oya :
- Hayır, imkansız! diyerek kelebeği alıp gitti.
Oya dere boyunca yürüdü. Çok yorulunca kartalın yuvasına oturdu. Kartal yoktu. Oya kelebeğe :
- Haydi güzel kelebeğim. Şimdi benim için dans edip şarkı söyle, dedi.
Dedi ama kelebek yerinden bile kımıldamadı. Bütün gün çalının üstüne kondu durdu.
Oya kelebeği orada bırakıp eve koştu. Olanları annesine anlattı.
Annesi ona :
- Arkadaşlarınla oynamasına izin vermeliydin. Onun için kelebek sana küsmüştür, dedi.
Sonra devam etti:
- Sen kötü bir kızsın. Sevdiğin bir şeyi arkadaşlarınla paylaşmalısın.
Oya annesine hak verdi:
- Peki anneciğim. Bundan sonra iyi bir kız olacağım, dedi.
Doğru kartalın yuvasına koştu. Ama kelebek orada yoktu. Kartal onu yemiş olmalıydı.
Oya çok üzüldü. Yaptığı kötülükten de çok utandı. Kendi kendine iyi bir kız olmaya karar verdi.
Birkaç gün sonra Oya kırlara çiçek toplamaya çıktı. Sonra da bir ağacın altında uıuyakaldı. Rüyasında kırmızı benekli kelebeğini gördü. Çok sevindi.
- Geldiğin için teşekkür ederim. Git, arkadaşlarımla da oyna. Onlara dans edip şarkı söyle , dedi.
Kırmızı benekli kelebek Oya’nın dediklerini aynen yaptı.

Kara Tren


Kara Tren
Evvel zaman içinde bir orman varmış. Bu ormanın kenarından tren yolu geçermiş. Her gün bir tren kasabadan kente giderken bu ormanın yamacından geçermiş. Ormandaki hayvanlar treni çok severlermiş. Tren ormanın kenarına gelince düdüğünü öttürür haber verirmiş: Düüüüüütt!.. O zaman hayvanlar ormanın kenarına koşarlarmış. Tavşanlar, sincaplar kulaklarını sallayarak onu selamlarmış. Çiçekler bile başlarını sallar, kuşlar onunla yarışırlarmış. Trende keyifli keyifli çuf, çuf çuf çuf eder, puf puf puf diye dumanını çıkararak geçer gidermiş.
Bir gün kara karga, “Aman bıktım bu trenin sesinden” diye gecirmis icinden. Kargaların kendi sesleri çirkin olduğu için olacak, trenin sesini, güzel düdüğünü sevmemiş bizim kara karga. Sonra da gidip trene şöyle demiş: “Biz senin sesini sevmiyoruz öttürüp durma.”Tren bu işe çok üzülmüş. “Beni seviyorlar sanıyordum” demiş. Ertesi günü ormanın kenarına varınca her zamanki gibi düdük çalacakmış, ama karganın söyledikleri aklına gelince `düt` demiş kesmiş düdüğü. Sonra da kimse duymasın diye çok, ama çok yavaş geçmiş gitmiş: Çuf, çuf, çuf, puuuuff… dumandan anlamış ormandakiler trenin geçtiğini hemen koşmuşlar ama yetişememişler. Tren o kadar yavaş gitmiş ki kente geç gelmiş. Makinistler merak etmişler. Acaba bir arıza mı var diye. Oysa tren yavaş gittiği için gecikmiş.Ertesi gün tren ormanın kenarına gelince düdüğünü hiç çalmamış. Sonra da “düdük çalmadan, ormandakileri görmeden ne diye gideyim, hiç gitmem” demiş. Orada durmuş kalmış. Kentte beklemişler. Tren gelmemiş. Makinistler “Dünden belli oluyordu, arıza yaptı herhalde” demişler. Yeni bir lokomotif çıkarmışlar ve treni kasabaya geri çekmişler. Ertesi gün trene bakmaya karar vermişler.Bu sırada ormandakiler toplanıp aralarında konuşmuşlar. Treni özledik ne yapsak, diye düşünmüşler. Kuşlar ağlamışlar. Bize darıldı diye üzülüyorlarmış. Kara karga olanları görünce yaptığı yanlışı anlamış. “Sanırım siz seviyordunuz. Oysa ben ötmemesini söyledim. Ama üzülmeyin gider kendim anlatırım.” demiş ve ormanda herkes seni çok seviyor ve sen geçmediğin için üzülüyorlar.Kara tren bunu duyunca çok sevinmiş. “Yarın geleceğim git söyle” demiş.Ertesi gün makinistler gelmişler. Trende hiçbir arıza bulamamışlar. Çok şaşırmışlar. Yağlanması gerektiğini düşünmüşler. Treni bir güzel yağlamışlar. Sonra da yola çıkarmışlar. Tren koşa koşa ormana gelmiş. Gelince de uzun bir düdük çalmış. Düüüüüüüüüü…üüüüüü…..üüüüüüüt. Sincaplar, tavşanlar, kuşlar koşmuşlar trene, trende gene çuf çuf çuf, diye keyifle giderken puf puf puf, diye dumanını taa göklere salmış. O gün kente tam vaktinde varmış ve bir daha hiç bozulmamış.

25 Eylül 2012 Salı

İki Köle


Bir gün padişah iki tane köle satın aldı. Kölelerden biri çok temiz yüzlü inci dişli biriydi, nefesi gül gibi kokuyordu. Diğeri oldukça çirkindi, dişleri çürümüş ağzı kokuyordu.Padişah o güzel yüzlü köleye ihsanlarda bulunarak onu hamama gönderdi. Dişleri çürümüş ağzı kokan köleyi yanına çağırdı. Kendini çok beğendiğini fakat arkadaşının kendisi hakkında çok kötü şeyler söylediğini belirterek, onun da arkadaşının kötü huylarını söylemesini istedi. Fakat köle arkadaşına toz kondurmadı hep onu övücü sözler söyledi. Padişah ne yaptıysa bir türlü o köleye arkadaşı hakkında kötü bir söz söyletemedi.Nihayet ikinci köle hamamdan geldi. Padişah onu da sınamak için huzuruna çağırdı. Onu övücü sözler söyledi.

“Sıhhatler olsun ne kadar zarif ve latif olmuşsun. Keşke öbür kölenin sayıp döktüğü kötü huyların da olmasa ne . olurdu.” dedi ve onu da diğer köle gibi denemek istedi.

Bunun üzerine köle kızdı, köpürdü ve arkadaşı hakkında kötü şeyler sayıp dökmeye başladı.

Biraz konuştuktan, arkadaşının kötülüklerinden bahsettikten sonra padişah onu susturdu:

- “Yeter artık ikinizin de özünü, aslını anladım, onun ağzı kokuyor, senin ise için kokmuş, bundan sonra sen o doğru sözlü ve güzel huylu kölenin emrindesin haydi git.” dedi.



Küçük prens kitap özeti

Kitabın Adı:Küçük prens
Kitabın Yazarı: Antoine de Saint-Exupery
Çeviri Yapan: Tomris Uyar
Kitabın Yazılma Yılı:1. Basım 1981
Kitabın Yayınevi: Can Yayınları
Kitabın Basım Yılı: 10. Basım 1995
Sayfa Sayısı:112
Kitabın Konusu: Kitabın yazarı aynı zamanda ana kahramanımız bir pilottur. Afrika üzerinde uçuş sırasında uçak bozulur. Çölde kalır. Başka bir gezegenden dünyaya gelmiş ve kendisiyle karşılaşan Küçük Prens’le tanışır.
Bundan sonraki kısımlar ikisi arasındaki konuşmalar, olaylar, geriye dönüşlerle (flash back) aktarılmış bir eserdir.
Kitabın Özeti:
Yazar kendi yaşadığı bir olayı anlatmıştır. Yazarımız bir pilottur. Bir gün Afrika üzerinde uçarken uçağının motoru bozulur, zorunlu iniş yapar. Yardım isteyecek kimse yoktur. Çölün ortasında yapayalnızdır.
Gün doğarken uykusunun arasında garip, incecik bir ses duyar. Karşısında ilginç, minik biri durmaktadır. Bu, Küçük Prens’tir. Yani yazar Küçük Prens adında birisiyle gelmiştir. Gezegeninde tek başına yaşamaktadır. Biri sönmüş ikisi hala lavlar püskürten üç tane yanardağa vardır. Ayrıca hiçbir gezegende bulunmayan eşsiz güzellikte bir tek de çiçeği vardır. Küçük Prens pilotumuza “Bana bir koyun çizer misiniz?” diye bir soru yöneltir. Pilot Küçük Prens’in bu sorusuna cevap vermek için uyanmıştır. Etrafına bakınır. Şaşkındır. Ama gördüğü gerçektir. Rüya değildir. Pilotumuz büyük bir şaşkınlık içerisinde “iyi resim yapmayı beceremem” der. Bu yeteneğini büyüklerin küçükken söylediği sözler yüzünden geliştiremediğini söyler.
Küçük Prens “önemli değil” der. Aynı soruyu tekrar eder. Yazar altı yaşındayken çizdiği boğa yılanını çizer. Bu resmi altı yaşındayken büyüklerine de göstermiştir. Onlar hiç beğenmediklerini, resmin bir şapkaya benzediğini söylemişlerdir. Bunun üzerine pilot resim yapma isteğini kaybetmiştir. Çünkü büyüklerin hepsi resim çizmek yerine tarih, coğrafya, matematik ve dilbilgisiyle ilgilenmesini öğütlemişlerdir.
Küçük Prens ise pilotun kendisine çizdiği resme bakar ve “Ben boğa yılanı içinde bir fil çizmeni istemiyorum. Bana bir koyun çizer misin?” diye sorusunu tekrar eder. Yazar Küçük Prens’in çizdiği resmi anlamasından dolayı şaşkındır, işte şimdi bir koyun çizmeye karar verir. Küçük Prens çizilen resmi beğenmez. Pilot bu sefer bir kutu çizer ve koyunun kutunun içinde olduğunu söyler. Şimdi olmuştur Küçük Prens bu resmi beğenir.
Bundan sonra aralarındaki iletişim artar. Birbirleri hakkında bilgi edinirler. Pilot bu farklı dünyadan gelin küçük adamın sırrını çözmeye, onu anlamaya çalışır. Pilot çizdiği koyun resmi ile ilgili Küçük Prens’in ona sorduğu sorulardan Küçük Prens’i daha iyi tanır. Yanı Küçük Prens’in gezegeninin küçük olduğu, üç yanardağının ve bir çiçeğinin olduğunu öğrenir. (“Koyunlar kaçar mı?, Koyunlar çiçekleri yerler mi?”).
Küçük Prens yaşadığı yerden bahseder. Yaptığı gezileri anlatır. Bu gezileri, değişik gezegenlerde yaşayan insanlar ve bu insanların meslekleri, ilgi alanları, huylan ile ilgili edindiği izlenimleriyle birlikte pilotumuza anlatır.
Örneğin bir gezegende kırmızı suratlı bir adam olduğunu ve onun hiç çiçek koklatmadığını anlatır. Gezegen iri birinde her şeyi yönettiğini söyleyen kral, bir diğerinde kendini beğenmiş bir adam, bir başka gezegende unutmak için içtiğini söyleyen bir adam, sayılarla uğraşan işadamı ve buluşlarını kaydeden bir coğrafyacıyla da tanıştığı ve pilota anlattığı kişilerdir.
Küçük Prens bundan bir yıl önce dünyaya gezmek için geldiğini zamanda şimdiki bulundukları yerde olduğunu söyler. Diğer gezegenlere! olan şeylerden dünyada binlerce olduğunu görür.
Yazar Küçük Prens’in anılarını, yaşam hakkındaki düşüncelerini dinler. Ayrılık vakti gelir. Yazarın evine, Küçük Prens’in geldiği gezegene dönme zamanıdır.
Pilot yaşadığı bu güzel anıyı kimseye anlatmaz. Üzerinden altı yıl geçtikten sonra küçük dostunu unutmamak için kaleme almaya karar verir.
Çocukların ve büyüklerin zevkle okuyacağı içinden kendilerine göre dersler çıkaracağı bu öykü oluşur.
 Kitabın Kahramanları:
Yazar (Pilot) : Altı yaşındayken resim yapmasına izin verilmeyen, uçağı bozulduğu için çölde kalan pilottur. Bekleyiş sırasında tanıştığı Küçük Prens onun dostu olur.
Küçük Prens : Gezegeninde yalnız başına yaşayan ve bir çiçeği olan çeşitli gezegenleri dolaşan ve dünyada da yazarımızla karşılaşan hikayenin önemli kahramanıdır.
Kral : Gezegeninde yalnız yaşayan ve her şeye hükmettiğini sanan birisidir.
Kendini Beğenmiş Adam : Küçük Prens’in gezdiği bir gezegende tanıştığı adının özelliğini taşıyan biridir.
Sarhoş : Utancını unutmak için içki içen ve aynı gezegenin vatandaşı olan hikaye kahramanıdır.
İş Adamı : Sürekli hesap yapan, bu işi çok önemseyen, yıllardır yaptığı hesabın başından ayrılmamış (2 defa hariç) birisidir.
Bekçi : Gezegendeki fenerleri gece-gündüz durumuna göre yakıp söndürme görevini üstlenmiş birisi.
Kaşif: Masa başından kalkmadan kaşiflerin edindikleri bilgileri not eden kişidir. Coğrafi olaylarla ilgili değerlendirmeler yapar.
Demiryolu Makasçısı : insanları taşıyan trenleri bazen sağa bazen de sola
gönderme görevini üstlenen kişidir.
Diğer Canlılar: Çiçek, yılan, gül, tilki.
Satıcı : insanlara zaman kazanmaları için susuzluk giderici haplar satan
kişidir.
 Kitabın Yorumu: Çocukların duyarlılıkları, hayata bakışları, dünyalarının zenginliği asla gözardı edilmemelidir. Birey olarak görmeli ve onlara hak ettikleri değeri vermeliyiz.

ÇOCUK KALBİ - KİTAP ÖZETİ

KİTABIN ADI : Çocuk Kalbi
KİTABIN YAZARI : Edmondo De Amicis
KİTABIN ANA DÜŞÜNCESİ
Etrafındaki öğrenci arkadaşlarına göre maddi bakımdan iyi durumda olan ve ailesi tarafından ilgi gören çocuğun bu ilgiye fazla layık olamaması.
Bu ana düşünce çocuğa doğrudan verilmemiştir. Hikayenin sonunda ana düşünce daha net verilmiştir.
Bu kitap bir çocuğun ailesine saygılı davranması gerektiğini,arkadaşlarına iyi davranmasını gerektiğini göstermiştir. Yardımlaşmanın önemi belirtilmiş ve önyargılı davranmamamız gerektiği belirtilmiştir.
KİTABIN ÖZETİ
İtalya da bir mahalle okulunda 3.sınıfa yeni başlayan Enrico yeni öğretmeniyle tanışınca ilk başta hoşlanmaz. Eski öğretmeninin o güler yüzünü hatırladıkça üzülür fakat daha sonra yeni öğretmeninden hoşlanmaya başlar. Birgün Robetti adında bir çocuk okula giderken bir çocuğun atlı tramvay yolunda düştüğünü görür. Çocuğu kurtarırken kendi ayağı atlı tramvayın altında kalır. Bunu gören Enrico üzülür. Başka bir gün Enriconun sınıfına Calabriali bir öğrenci gelir. Öğretmen sınıfla kaynaşmasını sağlar.Uzaktan gelen bu öğrenciye iyi davranılmasını ister. Yine günün birinde annesi ve kız kardeşi ile yoksul bir kadına çamaşır götüren Enrico kapıyı açan kadını görür ve içeride sınıf arkadaşını görür. Babası olmayan crossi bütün zorluklara rağmen karanlık odada dersini yapmaya çalışır. Bu duruma üzülen Enriconun annesi para yardımında bulunur. Kitabın sonlarına doğru Enrico annesine saygısızlık yapar.Bu olaya üzülen anne ve babası Enricoya nasihatlarda bulunur.
KİTABIN KONUSU
Kitabın konusu İtalya da bir mahalle okulunda 3.sınıfı okuyan bir öğrencinin yazdığı bir yıllık okul hikayesidir.
Konu ilgi çekici bir biçimde sunulmamıştır. Konusu olsun,içeriği olsun eğitici ve düşündürücü bir kitaptır.

deniz kızları efsane mi gerçek mi?

Deniz kızları, belinden yukarısı dişi bir insan görünümünde olan, ama aynı zamanda bir balık kuyruğuna sahip olan efsaneleşmiş düşsel inanışlardır.
Bu yarı insan yarı balık vücutlu insansıların efsaneleri M.Ö. 5,000 yılına kadar dayanır.Genel bir kanı ise, bu efsanelerin oluşumunda, deniz ineklerinin büyük etkisi olduğudur. Bu teoriyi destekleyecek bir örnek olarak, Christopher Columbus’un yeni dünyaya olan yolculuğu sırasında deniz kızları gördüğünü, ama çok çirkin olduklarını ve daha cazip olmalarını beklediğini söylemesi verilebilir.

Deniz inekleri gibi büyük vücutlu deniz memelilerinin kolları, yavrularını bir beşikte gibi taşıyabilmeleri için evrim geçirmiş ve insan kollarına benzemiştir. Denizcilerin bu deniz memelilerini görüp doğa üstü yaratıklar olduklarını düşünmeleri oldukça mümkündür. Geleneksel deniz kızı betimlemelerindeki, akan uzun saçların ise, deniz ineklerinin okyanus yüzeyine yakın yerlerde yüzerlerken kafalarına dolanan yosunların verdiği uzun saçlı görüntüsünden kaynaklandığı düşünülmektedir. Deniz kızı gördüğünü iddia edenlerin verdiği ortak bilgiler de yosun renkleriyle ve deniz ineklerinin özellikleriyle oldukça uygundur.Deniz kızlarını konuşmayan, yeşil, siyah, kahve rengi veya sarı saçlı, balık kuyruklu, genelde okyanuslarda ve bazen de nehirlerde yüzen doğa üstü insansılar olarak tanımlarlar.
Bu doğaüstü yaraktıkların görüldüğünü iddia eden bir başka kayıt ise İngiliz denizci Henry Hudson’un günlüğüdür.Denizci,15 Haziran 1608 tarihli günlüğünde,kuzey Rusya sahillerindeyken mürettabatından iki denizcinin anlattıklarına dayanarak denizkızını şöyle tarif eder: ‘Göbeğinden üst tarafı,sırtı,kalçaları ve göğüsleri bir kadın gibi,vücudu ise normal insanın vücudu büyüklüğünde,sırtına kadar uzayan siyah saçları var,suya girdiğinde ise uskumrunun sırtını andıran çizgili vücudunun ucunda,yunus balığına benzeyen kuyruğu görülüyor.’
Denizkızı hikayeleri neredeyse evrenseldir.Bilinen ilk denizkızı hikayesi M.Ö. 1000 yılında Asurlularda görülmüştür.Suriyede’de M.Ç. yaşamış Asur kraliçesi Semiramis’in annesi Atargatis ölümlü bir çobana aşık olan ölümsüz bir tanrıçadır.Fakat aşık olduğu genç çoban ölür ve o da bir balığa dönüşmek için göle atlar ama su,onun mükemmel vücudunu ve doğasını gizlemez,bunun yerine ona bir balık kuyruğu ve suda nefes alabilme yetisi verir.İlk Atargatis betimlemeleri insan kafası ve bacakları olan bir balık şeklindedir.(Babil tanrısı Ea gibi).Orta Doğu toplumlarının çoğunda balıkların kutsal sayılmasının nedeni de bu efsaneye dayandırılır.
Günümüzde denizkızları,masallarıyla,çizgi filmleriyle,oyuncaklarıya ve hatta sinema filmleriyle toplum içinde canlılıklarını koruyor.Denizkızı masallarının en etkili ünlüsü,Hans Cristian Andersen’in Küçük Denizkızı’dır.Bu masal,Danimarka’nın Kopenhag limanındaki bronz denizkızı heykeliyle ölümsüzleşmiştir.

Küçük deniz kızı

Bir zamanlar altı güzel kızı olan bir kral varmış. Ama bu kral insanların kralı değilmiş. Ülkesi dalgaların altında balıkların değerli taşlar gibi parıldadığı bir ülkeymiş. Genç prenseslerin anneleri çoktan ölmüş ve onları büyükanneleri büyütmüş. İçlerinde en güzelleri en küçük olanıymış. Saçları altın bukleler halinde omuzlarına dökülüyormuş. Kızlar büyükannelerinin anlattığı yeryüzüyle ilgili masalları çok seviyorlarmış. Bu masallarda bacak adlı iki şeyin üzerinde yürüyen garip insanlar varmış. Küçük denizkızı da bu anlatılanları görmek istiyormuş. "On beş yaşını beklemen gerekir," demiş büyükanneleri. "O zaman gidip görebilirsin."

En büyük denizkızı yaşı geldiğinde yüzeye çıkmış ve gördüğü ilginç şeyleri kardeşlerine anlatmış. Yıllar geçmiş ve sonunda küçük denizkızının da yüzeye, insanların dünyasına çıkabileceği gün gelmiş. Şimdiye kadar hep merak ettiği dünyayı artık kendi gözleriyle görebilecekmiş. Yüzeye doğru yüzerken güneş batıyormuş. Yakınlarda bir gemi demir atmış. Küçük denizkızı yüzeye çıktığında güvertedeki yakışıklı prensi görmüş. Prens kendisini birisinin gözlediğini de, prensesin ondan gözlerini ayıramadığını da bilmiyormuş tabii. Birden hava kararmış, gemi çıkan fırtınayla sallanmaya başlamış. Çok geçmeden yelkenleri parçalanmış, direği kırılmış ve gemi sulara gömülmüş. Küçük denizkızı sularda çırpınan prensi son anda görüp kurtarmış. Onu kucaklayıp kıyıya götürmüş ve sahile bırakmış. Sabah olduğunda prens hala yattığı yerde uyuyor, denizkızı da başucunda onu bekliyormuş. Az sonra birkaç kız koşarak gelmiş. Prens gözlerini açmış ve kalkıp yürümüş. Küçük denizkızı oracıkta üzüntüsüyle baş başa kalmış.


O günden sonra küçük denizkızı prensi görebilmek umuduyla birçok kez yüzeye çıkmış. Artık dayanamıyormuş. Su cadısına gidip akıl almaya karar vermiş. Cadı onu görünce bir kahkaha atmış: "Niçin geldiğini biliyorum denizkızı," demiş. "İnsana dönüşüp karaya çıkmak istiyorsun. Böylece prensle daha yakın olacağını düşünüyorsun. Ama bunun bir bedeli var, biliyor musun?" "Bilmiyordum," demiş küçük denizkızı, "ama insan olabilmek için neyse öderim." "Sesini istiyorum," demiş cadı, "şu şarkılar söyleyen güzel sesini. Bana sesini verirsen ben de seni iki ayaklı güzel bir genç kıza çeviririm. Ama unutma, prens seni bütün kalbiyle sevmeli ve evlenmeli. Yoksa bir deniz köpüğüne dönüşüp sonsuza dek yok olursun." " Çabuk," demiş küçük denizkızı. "Ben kararımı çoktan verdim zaten." Bunun üzerine su cadısı küçük denizkızına içmesi için büyülü bir ilaç vermiş. Küçük denizkızı prensin karşısına dikildiği an prens bu hiç konuşmayan kızdan çok hoşlanmış ve onsuz yapamayacağına karar vermiş. Küçük denizkızı da prensi her geçen gün daha çok sevmiş, ama prens ona bir türlü evlenme teklif etmiyormuş. Prensin annesi ve babası, kendine eş bulması için baskı yapıyorlarmış. Prens sonunda yakındaki bir ülkenin prensesiyle tanışmaya karar vermiş. Yanında küçük denizkızını da götürmüş. Zavallı kız çok acı çekiyormuş. Prens komşu ülkeye gidip prensesle karşılaşınca aklı başından gitmiş ve hemen evlenmek istemiş. Düğünleri muhteşem olmuş. Her yer çiçek, ipek ve mücevherle kaplıymış. Mutlu çifti görmeye gelen herkes coşku içindeymiş. Yalnızca küçük denizkızı sessizmiş. Gözyaşları sessizce süzülüyormuş yanaklarından. O gece küçük denizkızı güvertede dikilmiş karanlık sulara bakıyormuş. Gün doğarken bir deniz köpüğü olup o sulara karışacakmış. Birden suların dibinden denizkızının kardeşleri çıkmışlar. Saçları kısa kısa kesilmiş. "Saçlarımızı su cadısına verdik, karşılığında da bu bıçağı aldık. Eğer bu gece bu bıçağı prensin kalbine saplarsan büyü bozulacak." Küçük denizkızı bıçağı almış ama prense asla zarar veremeyeceğini biliyormuş. Güneş doğduğunda kendini ağlayarak denize atmış. Ama denize düşmemiş. Kendini havada uçarken bulmuş. Çevresinde altın renkli ışıklar dans ediyormuş. "Biz havanın kızlarıyız " demişler. "Artık bizimle mutlu olursun." Küçük  deniz kıızı gökyüzüne doğru yükselirken aşağıya, prensin gemisine bakmış ve gülümsemiş.

Peri Kızı


Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir kasabada peri kızı yaşarmış.Yanakları al al, altın kalpli bir kızmış.Hiç bir kimseye bir kötülüğü dokunmazmış.
Sarı saçlarıyla mavi gözleriyle herkesi büyülermiş.Kasabada yaşlılarla tek tek ilgilenirmiş.
Onların ne ihtiyacı varsa hepsini yaparmış.Çevredeki tüm çocukları etrafına toplayıp masal okurmuş.Anlayacağınız çok iyi bir kızmış.Günlerden bir gün kasabaya bir aile taşınmış.
Bir tane küçük ama şirin bir kızları varmış.Kucuk kiz dışarı çıktığında etrafına bir sürü
çocuk toplanmış. Hepsi teker teker <<Hoşgeldin<< demişler küçük kıza.Peri kızı bu kalaba-
lığı görünce yanlarına gitmiş.”Niçin hepiniz buraya toplandınız ? ” diye sormuş.Çocuklar kızı
işaret etmişler.Peri kızı’ ‘Haydi bakalım masal zamanı” deyince herkes peri kızınin yamacına toplanmış.Peri kızı yine ”İşte bu ağacın gölgesinde demiş.”Herkes ağacın gölgesine gitmiş. Ama sadece yeni gelen kız kalmış.Peri kızı da oraya doğru giderken kız ”Peri kıziiı!”diye bağarmış.Peri kız ”Efendim küçük kız” demiş.Kız peri kıza doğru yaklaşmış.”Peri kız peri kız neden bize masal okuyorsun?” diye sormuş. Peri kız da ”Size masal okumak içimden geliyor” demiş.Kız hemen ağacın gölgesine gitmiş.Çocuklara masal okurken bir nine yanlarına gelmiş.”Kaç gündür susuzum bir damla su ile biraz ekmek verir misiniz?” diye sormuş.Kız hemen bir koşuda herşeyi hazır etmiş,nineye vermiş.Nine ”Teşekkür ederim kızım” demiş, yola koyulmuş.Meğer nine bir delikanlı imiş.
Neyse günlerden bir gün kasabaya bir genç delikanlı gelmiş.O da bütün kasabalılar gibi kızin büyusune kapilmis.Kız da delikanlıya gülümsüyormuş.Delikanlı ile kız bu arada tanışmışlar.Peri kızın yardım ettiği nine işte bu delikanlıymış.Peri kizi ile bu delikanli evlenmisler, 40 gün 40 gece dugun yapmislar.