Pembe ineğin en sevdiği oyunlar!

Oyunları

27 Eylül 2012 Perşembe

Kurt Adam Efsaneleri

Bir insanın bir hayvan, özellikle de kurt biçimine girebilmeye yetenekli olması, kurt adam söylencesinin çıkış kaynağı hakkında yeterli bir açıklama değildir. Çok eskiden beri çeşitli kaynaklarda ve toplumlarda kurt adam öykülerine rastlanmaktadır. Farklı coğrafyalarda yaşayan insan topluluklarında sadece kurt adamlık değil çeşitli insan hayvan karışımı yaratıklarada rastlanmaktadır. İskandinavların ayı adamları, Kızılderililerin bizon adamları, Afrikalıların sırtlan adamları, Türklerin itbarakları, ve İstanbul’un kedi kadınları bunlara örnektir.

Tarihte Kurtadamlık

Eski Yunanlılar ve Karadeniz’in kuzey kıyılarına yerleşmiş İskitler, bölge yerlileri Neurianları sihirbaz olarak kabul ediyorlardı. Bu olağan üstü büyücülerin her yıl birkaç gün için kurda dönüştükIerine inanıyorlardı.
 Tarihin babası olarak nitelendirilen M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış olan eski Yunanlı Herodot ise dilediklerinde kurda, dilediklerinde insana kolayca dönüşebilen bir insan türünden söz etmektedir..
Bir görüşe göre yüzyıllar önce, insanlığın erken tarihlerinde kurt adam doğal olmayan bir istekle insan etine açlık duyan bir canlı türü olarak kabul edilirdi.Bu insan, çeşitli büyülerin yardımıyla dilediğinde yırtıcı bir kurda dönüşmenin bir yolunu bulmuştu.
Eskilerin söylediğine göre, kurda dönüşen kişi insan sesini ve insan gözlerini muhafaza eder. Ancak vahşi dört ayaklı kurdun kuvvet ve kurnazlığını taşırdı. Kurtadamın kim olduğunu ses ve gözlerinden tanımak mümkündü.
Biçim değiştirerek kurda dönüşmek olayından, Roma edebiyatında bir büyü işi olarak söz edilir. M.S. 1. yüzyılda eser vermiş Vergilius, bu söylenceden söz eden ilk Latin ozanıdır. Bunu Propertius, Servius, ve Petronius izlemiştir. Petronius, M.S. 54-68 yılları arasında Neron dönemi Roma’sının saray eğlence müdürüydü. Satyricos adlı kitabında hiciv, macera ve fantezi dolu bir kurt adam öyküsü de vardır.
Eski Yunan ve Roma geleneğinde bir insanın kurda dönüşmesi, bir ceza olarak simgeleniyor. Böyle bir olayı M.S. 64-113 yıllarında yaşamış olan Plinius şöyle anlatıyordu: “Tanrılara insan kurban etme törenlerinden birinde kurban gölün kıyısından alınır. Ancak kurban kaçarak karşı kıyıya yüzdü. Karaya çıktığında kurda dönüşmüştü. Bundan sonraki 9 yıl boyunca yanında bir grup insanla kırlarda dolaştı. Eğer bu süre içinde insan etine yaklaşmazsa yeniden insan olacaktı. Nitekim kurtuldu ama hayatının 9 yılını kurt olarak yaşadı. “Günahı yüzünden ceza olarak kurt adama dönüşen birinin öyküsünü de M.Ö. 43-M.S. 18 tarihleri arasında yaşamış Ovidius anlatır. Metamorphoses(Değişimler) adlı uzun şiirinde, yaradılıştan Sezar’a dek olan dönemdeki mucizevi değişimlerden söz eder. Romalı ozan Ovidius, Arkadya’nın mitsel, kralıLyeaon’un öyküsünü anlatır: “Tanrılar tanrısı Olimposlu Jupiter Lycaon’u denemek için kılık değiştirip onun sarayına yemeğe gider. Lycaon da onun Tanrı olup olmadığım anlamak için insan etinden yemek ikram eder. Jupiter bunu anlayınca ceza olarak Lycaon’u kurda çevirir. O da bu kimlikle sonsuza dek kalır ve çevreye korku salar.” M.Ö. 4. yüzyıl civarında Eflatun ve M.S. 2. yüzyıldaPausanias da hemen hemen aynı türden değişim öyküleri anlatarak aynı noktada buluşuyorlardı.
15. ve 16. yüzyıllarda kurt adama dönüşme inancı, tüm Avrupa ’da büyücülük ve cadılıkla aynı kefeye konuyordu. Özellikle Fransa ve Almanya’da kurt adam olduğundan şüphe edilen biri, acımadan yakılır ya da asılırdı.
Nitekim kurt adam avı dinsel duygular adına yapılırdı. Büyücü ve “kurt adam mahkemeleri” bugün bile anlatılmaktadır. Sözgelimi 100 yıldan daha fazla bir süre, 1520-1630 yıllarında Fransa’nın yaklaşık 30.000 kurt adam olayıyla sarsıldığı bilinmektedir.

Kurt Adamlığa Dair Çeşitli Örnekler

1573′te Fransa ‘da Dijon yakınlarındaki Dôle’ de, GilIes Garnier adında bir “kurt adam” köye zarar vermek ve küçük çocukları “yemekle” suçlanmıştı. Suçunu itiraf edince de kazığa geçirilerek yakılmıştı..
1598′de yine Fransa’da Caude yakınlarındaki ıssız ve vahşi bir yörede birkaç Fransız köylüsü, 15 yaşındaki bir erkek çocuğunun cesedini buldu. Çocuk.korkunç bir şekilde parçalanmıştı ve her yerinden kanlar fışkırıyordu. Bir çift kurt da cesedi yiyordu. Uzaktan köylüler görününce kaçıp ağaçlıkların arasında kayboldular. Köylüler “kurtları” izlediler ve bir çalılığın içinde sinmiş, yarı çıplak bir adam buldular. Uzun saçlıydı. Bakımsız, uzun bir sakalı, sanki pençe görünümünde uzun ve kirli tırnakları vardı. Aralarında pıhtılaşmış kanlar ve insan eti parçaları görülüyordu. Adam, Jacques Rollet adında bir ruh hastasıydı. Köylüler gelip de kaçmadan önce cesedi parçalıyordu. Aslında ortada kurt filan yoktu. Adamlar o andaki heyecanlı halleriyle bu ruh hastası adamı bir kurt adam olarak algılamış olabilirler. Fakat bunu anlayabilmek olanaksızdı. Ama şurası kesindi ki, Rollet kendini bir kurt gibi hissediyordu. Bu kuruntunun etkisi altındayken birçok insanı parçalayıp yemişti. Sonuçta ölüme mahkûm edildi. Fakat Paris Mahkemesi kararı bozdu. Onu bir akıl hastanesine gönderdi. Burası idam edilmeyen kurt adamların kapatıldığı bir yerdi!

20. yüzyıl

Kurtadamlara ilişkin olaylar eskisi kadar yoğun olmamakla birlikte zaman zaman bu tür olaylardan söz edilmektedir. Örneğin I. Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre önce üç kurt adamın ele geçirildiği öne sürülmektedir.
1925′te ise Fransa’nın Strazburg kenti yakınlarındaki bir köyün halkı, köyden bir çocuğun kurt adam olduğuna ilişkin tanıklık ettiler. 5 yıl sonra Bourg-Ia-Reine’de de bir kurt adam korku saldı. Pierre van Peasen, 1939′da yayımladığı, Bizim çağımızın Günleri adlı kitabında bu olaya değiniyordu.
1946′de Kuzey Amerika’nın en eski Kızılderili kabilelerinden biri olan Navajo’lara “dört ayaklı bir katil” musallat oldu. Bu garip yaratık hep dolunay zamanı ortaya çıkıyordu.
1949′da Roma’da bir polis ekibi, garip davranışlı bir adamı izlemekle görevlendirildi. Adam, kurt adam psikozu içindeydi. Düzenli olarak her dolunay döneminde kontrolünü kaybediyor ve ürkünç bir şekilde uluyordu.
1957′de Singapur’da polisler, benzeri bir olayı izlemek için görevlendirildiler. Çünkü, bir yatılı kız okuluna sürekli olarak bir kurt adamın saldırdığı iddia ediliyordu. Kızlardan biri bir gece, baş ucunda duran birisinin varlığıni hissederek gözlerini açtı. Karşısında saçları burnuna kadar düşen, uzun ve sivri dişli, korkunç görünüşlü bir adam duruyordu. Fakat olayın ardındaki gizem çözülemedi.
1975′te İngiliz gazeteleri, Staffordshire’ın Ecc1eshall köyünde yaşayan 17 yaşındaki bir gencin olağanüstü haberleriyle dolup taşıyordu. Delikanlı, kurt adama dönüştüğü inancı içindeydi. Bu zihinsel acılarına kalbine sapladığı bir bıçakla son verdi. Delikanlının yakınlarından biri şöyle diyordu: Ölmeden çok kısa bir süre önce bana telefon etti. Yüzünün ve ellerinin renk değiştirdiğini ve giderek kurt adama dönüştüğünü söyledi. Az sonra sesi giderek homurtuya dönüştü.”

İstanbul’un Kedi Kadınları, Kurt Adamları

İstanbul’un kedi kadınlarından söz eden Amerikalı romancı ve senaryo yazarı Guy Endore’dir. Endore, Kedi kadınlardan bahsettiği ilk baskısını 1934 yılında yaptığıParis’in Kurt Adamı adlı kitabında kurgusal bir öyküyü anlatmaktadır. 1870 yılının komün ayaklanmasında geçen öykü kurt adamlar konusunu ayrıntılı bir araştırma ile desteklemektedir.
İstanbul’un kedi kadınları hakkında şunları söylemektedir Endore: “Bir saç tokası kullanarak pirinç tanelerini yerler ve bilirler ki yaratıkların kurdukları sofrada karınlarını iyice dolduracaklardır”
Amerikalı yazar Endore bir korku romanı yazıyor ve elindeki folklor malzemesini buna göre yorumluyor, kurguluyor ve abartıyor.Yazar büyük bir olasılıkla Kedi kadınlar diye folklorumuzda ve masallarımızda geniş bir yer tutan her kılığa giren cadılardan ve cadı kadınlardan bahsetmektedir kendi savına uygun olarak.

Sonuç

Halihazırdaki bilimsel bilgiler, kurt adam olayında olduğu gibi bir insan formunun bu kadar kısa zamanda bir başka biçime dönüşmesinin kesinlikle olanaksız olduğunu ortaya koyuyor. Dolayısıyla kurt adam efsaneleri tümüyle cehalet ve kuruntu üzerine kurulmuş olabilir. Fakat yine de yüzlerce yıldır bildirilen bu tür olayların gözardı edilemeyeceği belirtiliyor.

Hayalet Gemi Mary Celeste Efsanesi

4 Aralık 1872′ de Kaptan David Dead Morehouse komutasındaki Dei Gratai adlı İngiliz gemisi New York ile Cebelitarık boğazı arasında seyrederken, tuhaf ve başıboş bir şekilde hareket eden bir gemi gördüler. Gemiye yanaştılar, seslendiler kimse cevap vermedi, Kaptan adamlarına sandalları indirip, ne olduğuna bakmalarını emretti, adamlar gemiye çıktılar, görünüşe göre gemide kimse yoktu..kamaradaki altı pencere tahtalarla kapatılmıştı, elbiseler kuruydu ve jiletler paslanmamıştı, belli ki gemi su almamıştı, bir dikiş makinası yağı kutusu dikey olarak duruyordu, bu da gösteriyor ki, gemi dalgalarla sarsılmamıştı yeterli yiyecek ve su vardı, bir kamaradaki masada, ‘sevgili eşim Fanny….” diye başlayan bir mektup kağıdı duruyordu…
Saat bozulmuş, pusula kırılmıştı, cankurtaran sandalları yoktu, sekstant ve kronometre kayıptı, yerde bir kadın elbisesi ve bir çocuk oyuncağı vardı, sanki herkes çok aceleyle gemiyi terketmiş gibiydi, ayrıca esrarengiz kan lekeleri vardı, en tuhafı da Kaptan’ın yatağının altına kanlı bir kılıç gizlenmişti, seyir defteri hariç tüm belgeler, konşimento kayıptı, enson 24 Kasım’da tutulan gemi seyir defterinde, enlem, boylamlarla, Kaptan’ın Benjamin Briggs olduğu ve gemide eşi ve bebekleri ile ayrıca yedi kişilik bir mürettebatın olduğu yazıyordu, peki geminin terk edilişinden bulunuşuna kadar geçen on gün içerisinde ne olmuştu?
Bu ilginç olayla ilgili hepsi birbirinden ilginç teoriler ortaya atıldı: Korsanlar, Bermuda Şeytan Üçgeni, isyan, UFO’lar vs. ve bu konuda romanlar yazıldı, filmler çekildi. Ama gemi Bermuda Şeytan Üçgeni’nin bölgesinde seyretmemişti, korsanlar da gemiyi kargosuyla bırakıp kaçacak kadar aptal olamazlardı, isyan içinse sebep yoktu, çok ilginç bir başka teori gemideki gizli bir yolcuyla ilgili. Olay gerçekten çok esrarengiz…

MARY CELESTE GEMİSİNİN KAYBOLMASIYLA İLGİLİ TEORİLER
-Dei Gratia gemisinin mürettebatı, (salvaj) kurtarma parası almak için Mary Celeste’deki herkesi öldürdüler. (Eğer öyleyse bu umduklarından çok daha az kar getirecek bir riskti)
-Gemi su almaya başladı ama önemini anlayamadılar ve panik içinde gemiyi terkettiler (öyle olsa yetkin ve yetenekli biri olan Kaptan, kalp krizinden ölmesi gerekirdi)
-Korsanlar gemiyi bastı ve herkesi öldürdüler ( O sıralarda o bölgede korsan gemisi olduğunu gösteren hiçbir kanıt yoktu)
-Gemideki herkes salgın hastalıktan öldü (o zaman cesetlere ne oldu?)
-Gemiye dev bir kalamar saldırdı!
-Bir şekilde Kaptan’ın eşi öldü ve Kaptan üzüntüsünden kendini denize attı, mürettebat sarhoş oldu, kanlı bıçaklı kavgalardan sonra gemiyi gruplar halinde terk ettiler, ölenleri denize attılar, diğerleri karaya çıkmak için cankurtaran sandallarına bindiler.
-Geminin kargosunda bulunan alkol infilak etti ( ama ne yangın, ne de patlama izi vardı)
-Bir denizaltı Kaptan’ı ve mürettebatı gemiden alıp, okyanusun dibine, oradan da bir UFO ile uzaya götürdü yani uzaylılar kaçırdılar!..
-Kaptan, arkadaşıyla yüzme yarışı yaparken, mürettebat onları kollamak için bir platform yapmıştı, köpek balıkları saldırıp, yüzücüleri yedi ve platform mürettebatla birlikte suya düştü.
-Mürettebattan birisi psikopattı ve herkesi öldürdükten sonra intihar etti. (bu durumda cesetler ne oldu?)
-Ruh çağıran kişilere göreyse, Kaptan kayıp kıta Atlantis’i gördü ve hepsi adaya çıktılar, hayran hayran ovalara ve mermer evlere bakarlarken, ada tekrar suya battı, hepsi boğuldu.
-BBC, Mary Celeste sitesindeki bir teori ise şöyle: Gemideki ekmekler buğday yerine çavdardan yapılmıştı, çavdar nemlenince körlük ve deliliğe yol açan bir tür mantara yol açar, böylece mürettebat küflü ekmekleri yedikten sonra delirdi ve sandallara binip gemiyi terkettiler.
Mary Celeste’in yolcuları asla bulunamadı.
MARY CELESTE gemisiyle ilgili wikipedia’daki bilgiler ve geminin akıbeti:
Mary Celeste, 31 metre boyunda,282 ton ağırlığında bir gemiydi, 1861 yılında, Spencer Adaları’ nda inşa edildiğinde geminin ismi Amazon’du. Geminin uğursuz olduğu düşünülüyordu, daha ilk seferinde kaptan ölmüştü ve Manş denizinide bir başka gemiyle çarpışmıştı. Ama daha sonra karlı ve sorunsuz seferler yaptı, 1867 yılında fırtınaya yakalanıp, karaya sürüklendi. Kurtarıldı ve 1869′da Amerikalılar satın aldı, ismini de Mary Celeste olarak değiştirdiler. (BBC, Mary Celeste Wreck forum sitesinden son öğrendiğimiz bir habere göre, bu isim ünlü gökbilimci Galileo’nun kızı Maria Celeste’den esinlenerek konulmuş)5 Kasım 1972 yılında Kaptan Benjamin Briggs’in yönetiminde, kargosunda endüstriyel alkol olduğu halde New York’tan, İtalya’ya doğru yola çıktı. Kaptan’ın eşi ve 2 yaşındaki çocuğu dahil, toplam 10 kişi vardı. Sonra, yukarıda da anlatıldığı üzere Dei Gratia gemisi Mary Celeste’e rastladı, iki saat boyunca gemiyi gözlediler, sürüklendiğini düşündüler. Sonunda sandalla gemiye çıktılar ve gemide kimsenin olmadığını anladılar. Kaptanı’ın seyir defteri hariç tüm belgeler de kayıptı, 1.701 varil alkol kargoda duruyordu, 6 aylık yiyecek, içecek de mevcuttu. Seyir defterine son kayıt 24 Kasım günü düşülmüştü. (Azor adalarının 160 km. batısındayken) Yolcular bugüne dek bulunamadı, ne olduğu hala bir muamma. 1873 yılında, İspanya’ya iki cankurtaran sandalının vardığı, birinde bir bayrak ve ceset, diğerinde de 5 ceset bulunduğu rapor edilince, bu cesetlerin Mary Celeste gemisinin yolcularına ait olduğu düşünüldü fakat cesetlerin hiçbiri kesin olarak teşhis edilemedi.
Mary Celeste, 12 yıl boyunca seferlere devam etti, 1885 yılında, çok aşırı bir şekilde yüklenip sefere çıktı, geminin kaptanı, sigortadan para almak için gemiyi kasten batırmaya teşebbüs etti. Ama başarılı olamadı, gemi batmadı ve sigorta şirketi sahtekarlığı ortaya çıkardı. Ağustos 2001 yılında, yazar Clive Cussler’ın ve film yapımcısı John Davis’in başkanlığındaki bir araştırma ekibi, Haiti açıklarında, geminin enkazını bulduğunu bildirdi. Arkeolog, James P. Delgado, keresteler dahil çeşitli parçaları analiz ederek, geminin Mary Celeste olduğunu tespit etti. Buna rağmen başka araştırmacılar emin olmadıklarını söylediler. Arizona Üniversitesi’nin geminin kimliğiyle ilgili analiz araştırmaları esnasında,kullanılan ağaçların geminin batışından enaz 10 yıl sonra bile canlı olduğu ortaya çıktı.
Bir teoriye göre, Kaptan Briggs, daha önce hiç böyle tehlikeli bir yük (alkol) taşımamıştı ve tedirgindi. Dokuz varilde sızıntı vardı, tarihç Conrad Bayers’e göre kaptan Briggs, ambara indi, alkol buharı ve kokusunu alınca, geminin infilak edeceğini sanarak, herkesin sandallara binmesi emrini verdi ama telaştan sandalları gemiye iyice bağlayamadı ve gemiden uzaklaştılar. Böylece ya battılar ya da açlık ve susuzluktan öldüler.
2005 yılında bu teorinin gelişmiş bir şeklini Alman tarihçi Eigel Weise ortaya attı ve teorisini denemek üzere bir Londra’da University College’de şöyle bir deney yapıldı: Alkol buharının alev alıp almayacağını denemek için, geminin ambarının benzeri küçük bir makedi inşa edildi. Yakıt olarak bütan ve varillerin yerine kağıt küpler kullanıldı. Ambar kapatıldı ve buhar tutuştu. Patlamanın şiddetiyle kapılar açıldı ve tabut büyüklüğündeki maket sarsıldı. Kağıt küplere ise bir zarar gelmedi. Belki ambardaki bu yangın mürettabatı sandallara indirtecek kadar korkutmuş olabilirdi. Geminin arkasındaki kopuk halat, mürettebatın gemiye bağlı olduğu teorisini doğruluyor. Gemi tam yol hızla giderken terkedilmişti ve az sonra da bir fırtına çıkmıştı. Bu durumda sandalları gemiye bağlayan halat kopmuş ve sandallar da fırtınaya dayanamamış olabilirdi.
Bazılarına göre ise mürettebat ambara inip alkolü içmek isteyince, kaptanı öldürdüler ve sandalı çalıp kaçtılar. Başka birçok saçma teoriler de anlatıldı ama ne olduğunu hala kimse kesin olarak bilmiyor.

Ali ile Kezban Efsanesi – Uşak


Bir zamanlar Uşak’da yaşayan zengin bir Bey ve bu beyin Kezban adında bir kızı vardır. Çobanlık yapan Ali dağ eteklerinde sürü güderken bir gün Kezbanı görür. Çoban Ali ondan sonra Kezbana vurulur. Kezban’da Ali’yi çok sever. Ali yıllarca sevdasını saklar durur. Artık dayanamaz hale gelir. Var git ana Kezbanı babasından iste der annesi oğlunun kıramaz varır beyin evine muradını söyler. Bey kızar ve alinin anasına ;
- Yüksek dağların başı dumanlı olur baş döndürür. Başını yükseklerde gezdireceğine dağın eteklerinde sürüsünü gütsün dengini bulsun der.
Bu durum Ali’yide Kezban’ıda derinden yaralanmıştır. Sonunda kaçmaya karar verirler gece yarısı bir derenin başında buluşurlar. Bu adara beyin adamları pusu kurmuşlardır. Orada ikisinide vururla

Babil Kulesi Efsanesi


Yahudi ve Hristiyan kaynaklarında, Tanah ve Eski Ahit hemen hemen aynı olduğu için her iki dinde Babil bahsi aynıdır. Babil kulesinden Tevrat’ın Yaratılış (Tekvin) kısmında bahsedilir ve bütün dünyanın sözü bir, dili birdi.  şarktan göçtükleri zaman sinear diyarında bir ova buldular, orada oturdular. birbirlerine ‘gelin kerpiç yapalım, onları iyice pişirelim. onların taş yerine kerpiçleri, harç yerine ziftleri vardı. yeryüzünde dağılmayalım diye kendimize bir şehir, başı göğe erişecek bir kule yapalım’ dediler. ve ademoğullarının yapmakta olduğu şehri ve kuleyi görmek için rab* indi. onlar bir kavm, hepsinin tek dili var. gelin inelim birbirlerinin dilini anlamasınlar diye onların dilini karıştıralım. rab onları oradan dağıttı ve şehri bina etmeyi bıraktılar. bundan dolayı onun adına babil dendi (Tevrat, Yaratılış(Tekvin); 11:1-9)
Efsaneye göre tanrı kendisine ulaşmaya çalışan insanların kendini beğenmişliğine kızar ve o zamana kadar aynı dili konuşmakta olan insanların dillerini karıştırarak birbirlerini anlamalarını engeller. Kulenin yıkılışı Tevrat’ta anlatılmaz ancak Jubilees veya Leptogenesis olarak bilinen Yahudi belgelerinde anlatılır.
Dini bir bakış açısıyla bu öykü sıklıkla insanın kusurluluğunu, tanrının kusursuzluğu ile kıyaslamak ve dünyadaki yüzlerce dilin kökenini açıklamak amacıyla kullanılır.
 slami kaynaklarda ismi verilmemekle beraber Kur’an’da Babil Kulesi’ne benzer bir kuleden bahsedilir. Hikaye Tevrat’taki ile benzer olmasına rağmen Babil’de değil, Musa’nın yaşadığı dönemde Mısır’da geçer. Firavun Haman’a, kendisine kilden bir kule inşa etmesini, çıkıp Musa’nın tanrısına bakacağını söyler.
Kur’an’da Babil şehrinden Bakara Suresi, 102. ayette bahsedilir. Harut ve Marut isimli iki melek, insanları imtihan etmek için Allah tarafından babil’e gönderilirler. Burada insanlara sihir öğretirler. Melekler sihrin küfür olduğunu söyledikleri halde insanlar sihir öğrenmekte ısrar ederler ve karı-kocayı ayırmaya yarayan sihirler öğrenirler.
Babilden Yakut el-Hamavi’nin yazmalarında ve Lisan el-Arab’da bahsedilir. Öyküye göre tüm insanlar rüzgarın önüne katılarak bir yerde toplanırlar. Buraya sonradan Babil denir. Babil’de insanlara Allah tarafından değişik lisanlar tahsis edilir ve yeniden rüzgarla geldikleri yerlere dağıtılırlar.
9. yy İslam tarihçilerinden el-Tabari’nin “Peygamberler ve Krallar Tarihi” adlı eserinde daha detaylı bilgi verilir. Öyküye göre Nimrod Babil’de bir kule inşa ettirir. Allah bu kuleyi yıkar ve o zamana kadar aynı dili konuşan insanların dilini 72′ye ayırır. 13. yy. İslam tarihçilerinden Ebu el-Fida da aynı öyküden bahseder ve İbrahim’in atası Hud’un kendi dilini (İbranice) muhafaza etmesine izin verildiğini ekler. Zira Hud kulenin inşasına katılmamıştır.
Yüksekliği
Babil Kulesi’nin temelleri 90 metre genişlikteydi. Kule, 90 metre yüksekliğinde ve 7 katlı idi. Birinci katı 33, ikinci katı 18, üçüncü, dördüncü, beşinci ve altıncı katları 6, en üst katı ise 15 metre yüksekliğindeydi. 85 milyon tuğladan ve pişmiş tuğla harcından yapılan kulenin çevresinde rahip sarayları, ambarlar, konuk odaları, Tanrı Marduk adına yapılmış bir diğer tapınak olan Esagila’ya giden aslanlı geçit ve dini tören yolu vardı. Esagila 20 metre yüksekliğinde, 450 metre eninde ve 550 metre boyundaydı.
Bugün, Tevrat ve İncil’de de bahsedilen Babil Kulesi’nden geriye hiçbirşey kalmamıştır.

Ayasofya; Melek Ve Çırak Efsanesi

Ayasofya’ya gelindiğinde, sahanlığa güney kapısından girilir. Orada Aziz Mikail’e adanmış küçük bir kilise vardır. Aziz Mikail, şantiye bekçisi olan genç adama bu kilisede görünmüştür.
Aziz Mikail aniden belirmiş ve genç adama şu soruyu sormuştur; “Bu kilisenin inşaat ustaların neredeler ve adları ne?”
Genç adam şaşkınlık biraz da korku içinde Mikail’e cevap vermiş; “Ustalar akşam yemeği için saraya gittiler ve kilisenin adı yok”
“Git, ustalarına haber ver. Ayasofya’ya adanan bu kiliseyi bir an önce bitirsinler.
“Saygıdeğer efendim, görüntünüz beni korkuttu, ışığınız beni körletti. Sizin adınız nedir saygıdeğer efendim?”
“Benim adım Mikail”
“Saygıdeğer Mikail efendim, ben ustalarım dönene kadar buradan ayrılamam.”
Bunu işitince Aziz Mikail genç adama sordu.
“Senin adın ne?”
“Benim adım Mikail”

“ Mikail, imparatora git ve ona, ustalarına Ayasofya’ya adanan bu kiliseyi bir an önce bitirmelerini emretmesini söyle; Ayasofya’nın şantiyesini senin yerine ben bekleyeceğim ve ben de kutsal Tanrı İsa’nın gücü bulunduğu için sen gelmeden buradan ayrılmayacağım”
Çırak Mikail imparatorun yanına gitti ve Aziz Mikail’in ona görünüp kendisine söylemesini istediklerini iletti. İmparator gencin dediklerini duyduktan sonra bir süre düşündü ve onu Roma’ya gönderdi. Bazı kaynaklarda onu Roma’ya gönderirken yanına büyük bir kese altın verdiği, bazılarında ise eğer bir daha Konstantiniye’ye uğrarsa idam edileceğini söylediği belirtilir. En gelişkin metinde, genç çırak, Roma’ya gönderilerek,  Roma’nın Konstantiniye’nin anası olarak gösterilir. Bizans kaynaklı öykülerde İmparator, Çırak’ı Ege Adalarına gönderir. Piri Reis’in Kitab-ı Bahriyye’sinde ise  Ayasofya binasını yapan mimar İgnatu’nun oğlunun, Sığırcıklar Adasına sürgün edildiği ve orada öldüğü yazılıdır.
Böylece Çırak bir daha Ayasofya’ya dönmeyecek ve Aziz Mikail’de sonsuza dek Ayasofya ve Konstantiniye’nin koruyucusu olarak kalacaktı”

Kara Diken (Siyabent) Efsanesi – Ağrı

 
Denir ki, Süphan Dağının eteğine kurulmuş Patnos kentinde bir zamanlar bir koca ağa, ağanın güzelliği dillere destan Haco (Hacer) adında  bir kızı varmış. Hacer’in güzelliği dillerde… Her delikanlının gönlü Hacer’de; O nun gönlü ise çobanları Sirbent’tedir.
Sirbent ile Hacer’in sevgisi yıllarca gizli kalır. Sevgi bu, günün birinde anlaşılır. Aşk söylentileri dilden kulağa çabuk ulaşır nedense. Derken koca ağa’nın da kulağına varır. Ağa kovar Sirbent’i.
Sirbent’e dağda mağaralar ev olur. Hacer’e çoban arkadaşları ile yollar haberleri. Patnos yöresinde bir de kara Ağa varmış. Ağaların üç evlenme yaşı vardır derler. 20,40 ve 60. Kara ağa ikinci evlenme yaşında (40 imiş).
Hacer’in güzelliğini duyan Kara Ağa dururmu? Varmış Koca Ağa’nın konağına. Diz çökmüş kızını istemiş ağanın.
Babası vermiş Hacer’i Kara Ağa’ya. Haber kıza, ondan da Sirbent’e ulaşmış. Sirbent deliye dönmüş. Almış tüfeğini eline, çıkagelmiş eski ağasının kapısına. Köpekler tanırmış bu eski çobanı. Sessiz-sedasız girmiş Hacer’in odasına. El ele verir, Sirbent ile Hacer. Gecenin karanlığında ulaşırlar Süphan dağına.
İki aşık Süphan’ın sarp kayalıklarında mutlu günlerini yaşarken, bir gün, üç geyik(*) sekerek gelip yakınlarında durur. Geyiklerden ikisi erkek, birisi dişidir. Erkek geyiklerden biri yaşlı, öteki genç görünümünde. Yaşlı geyik daha iri ve güçlü olduğu için, genç geyiği yaklaştırmazmış dişi geyiğe. Sirbent yaşlı geyiği öldürmeye aht eder.
-Vuracağım onu. O da “Kara Ağa olmuş sanki….Sirbent çeker tetiği, vurur yaşlı geyiği. Kesmeye uğraşırken, geyik çırpınır, bir boynuz darbesiyle sirbent’i kayalıklardan aşağı, uçuruma yuvarlar. Sirbent sırt üstü düşer. Bir ağaç dalı sırtını delip göğsünden çıkar. Sevgilisinin kanlar içinde cansız yatışına dayanamaz Hacer, kendini atıverir. Bir ağaç dalı da bunun göğsünden batıp sırtından çıkar. Ölümde birleşirler.
Kara ağa iz süre süre bulur mağarayı. Uçurum kenarına gelir. Bir haftalık sözlüsü ile onu kaçıran aşığının yanyana yatışlarını uzun uzun seyreder. Nişan alır Sirbent’i ateş edeceği sırada gözleri kararır, yuvarlanır, uçurumun kayalarına çarpa çarpa Hacer ile Sirbent’in arasına düşer.
Koca ağa’nın adamları, süphan dağının vadisinde üç mezar kazarlar. Sirbent ile Hacer’in arasına Kara Ağa’yı gömerler…
O günden beri, her yılın baharında Hacer’in mezarında kırmızı gül, Sirbent’in mezarında ise beyaz gül açar. Güller eğilip biribirlerine kavuşacakları sırada Kara Ağa’nın mezarında bir kara diken yükselir ayırır gülleri.
Mayıs ayı gelince görülmeyen bir kuş öter “Sirbent uçurumunda. İnsan sesine yakın bir ötüş şöyle der gibi .
“Siz siz olun, değmeyin
İki taş arasına girin,
İki gönül arasına girmeyin.”

Seneye Boşanalım

Yedi çocuklu karı koca boşanmaya karar verirler. Ancak çocukları bir türlü paylaşamazlar. Malum yedi ikiye bölünmüyor.
Adam:
"En iyisi biz seneye boşanalım, o arada bir çocuk daha yapar durumu eşitleriz," der.
Kadın dokuz ay sonra ikiz doğurur.